Türkiye’nin Sömürgeleşmesinde Azınlık Faktörü
CİHAN DURA
Ne kadar geriye bakarsanız, o kadar ileriyi görürsünüz.
Yeniden Müdafaai Hukuk [S.75, Aralık 2004] dergisinde çıkan bir yazımda Tarihte “bazı kalıpların tekrarlandığını” belirtmiş, Türk ulusu ve azınlıklar örneğinde bunun temel sebeplerinden birinin “Batı’nın kapanmayan hesapları” ve sürüp gelen planları olduğunu vurgulamıştım.
Kapitülasyonların özellikle gayrimüslim Osmanlı tüccarlara yaradığını, ülke içinde “Avrupa’yla kucaklaşmış, onun himayesinde bir tüccar oligarşisi” oluştuğunu, Batı’nın XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı’ya dayattığı “ticaret antlaşmaları, borçlandırma” ve “reformlar”la (başlıca 1838 Balta Limanı Antlaşması, 1839 Tanzimat Fermanı, 1854 borçlanması, 1856 Islahat Fermanı, 1858 Paris Antlaşması ile) bir yandan kendi çıkarlarını teminat altına alırken, bir yandan da Osmanlı ülkesinde “azınlıklar” diye bir sınıfın bir güç odağı olarak oluşmasını sağladığını, onlarla gittikçe pekişen bir ortaklık kurduğunu belirtmiş, bütün varlık ve geleceğini Batı’ya bağlayan bu sınıfın da “yabancılar-yerli azınlıklar” ortaklığı şeklindeki sömürü mekanizmasının bir dişlisi haline gelerek vatanlarına hizmet etmek bir yana, mevcut ekonomik kaynakları da Batı’ya aktardıklarını, Osmanlı’yı sömürme ve sonunda çökertme konusunda Emperyalizm ile işbirliği yaptıklarını vurgulamıştım.
Yazımı şu sonuçla bitirmiştim: Aynı faktörler bir araya gelince, sonuç da aynı olur. Emperyalizm geçmişte olduğu gibi bugün de, içimizde, asırlık planlarının gerektirdiği destekleri oluşturmaya çalışıyor. Çünkü görülecek hesapları, gerçekleştirilecek planları var. Bugünkü Türkiye’de olup bitenlerle, ilerleme raporlarıyla, tahkim yasalarıyla, özelleştirmelerle, yabancılara toprak satışlarıyla, Başbakanlık azınlık raporlarıyla yukarda çizdiğim Osmanlı tablosu yeniden hayata döndürülmek istenmektedir. Esas hedef Türk’ü, Atatürk’ün -bu ülkenin gerçek sahibi olarak- yüceltip oturttuğu yerden indirmektir! Anadolu Türkü’nü yeniden “Etrak-ı bi-idrak” derekesine sürüklemektir!
Bu yazımda ise amacım, sözünü ettiğim “model”in varlığını gözler önüne seren birkaç tarihî kanıt daha ortaya koymaktır. Yararlandığım eserler Tevfik Çavdar [Millî Mücadele’nin Ekonomik Kökenleri, Köz Yayınları, İst., 1974], Osman Pamukoğlu [Ey Vatan: Arkadaşlar Uykulardan Uyansın, İnkılap Yayınevi, İst.,2004] ve Haydar Kazgan’ın [Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, Yapı Kredi Yayınları, İst., 1995] değerli yapıtlarıdır.
A) Levantenler, istatistik bulgular.
İlk kanıtlarım “Levantenler”le ve azınlıkların Osmanlı ekonomisindeki konumuna ilişkin istatistik verilerle ilgili. T. Çavdar’ın kitabından [ss.126-129] özetliyorum.
1) Osmanlı Devleti’nde ticareti ellerinde tutanlar daima Levantenler olmuştur. Aslında bunların ticarete başlamaları, Haçlı Seferlerine kadar dayanır. Bu seferler sayesindedir ki Venedik, bir “Levantenler dünyası” olan Doğu Akdeniz’in en güçlü tüccar devleti haline gelmiştir. Levantenler Osmanlı Devleti devrinde de ayrıcalıklarını sürdürmüş, gördükleri uluslararası himaye sayesinde, “bağımlı” ticaret burjuvazisi olarak gittikçe güçlenmişlerdir. 1900’lü yılların başlarında Osmanlı Devleti’nin ekonomik kurumlarının hemen hepsine, Rum ve Ermeni azınlıkla bütünleşmiş olarak hâkim durumdadırlar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu İzmir’de bu hâkimiyetin yapısını ve hangi noktalara ulaştığını şöyle dile getiriyor: Tepede Vitol gibi Avrupalı tüccarlar vardı. İhracatı onlar yapar, Rum simsarların hizmetinden yararlanırlardı. Niko Efendi bu simsarların en ünlülerindendi. Rumlar ise Türk simsarları kullanırlardı. Rum simsarlar ürünü ipotek ederek büyük çiftçilere avans açarlardı. [İstiklal Savaşı’nda] İzmir’e girdiğimizde düşmandan kurtarılmış İzmir’in tüccarları kan ağlıyordu. “Rumlar gitti, biz ne yapacağız” diyorlardı.
İzmir’in ne hale gelmiş olduğunu şimdi de bir Rum’dan dinleyelim.
Manoli Aksiyatis, büyük bir Rum tüccarın, Karantina’daki konağında verdiği ziyafeti anlatıyor: Fraklı ve silindir şapkalı, çoğu kelebek gözlüklü adamlar iniyordu bahçeye, ard arda sıralanmış arabalardan. Yabancı konsoloslar, bankacılar, tacirler, toprak ağaları, doktorlar, avukatlar, gazeteciler, piskoposlar… Bunlar bu akşam neden bir araya geldiler acaba? Çünkü “bu akşam burada incir yüklü koca koca vapurlar, pamuk, deri, tütün balyalarıyla dolu vagonlar satılacak. O “silindir şapkalı” adamların dağları vardır, köyleri, madenleri ve fabrikaları vardır. Devlet umurlarında bile değildir. Memurları parayla ifsat ederler, rezaletlerine göz yumsunlar diye. Paşa beşlik banknotlarını okşar, zaptiye mecidiyelerini. Türkiye’nin kısmetine düşen ise nedir biliyor musunuz? Mışıl mışıl uyumak!
2) Sıra Türklerin, Osmanlı ekonomisinden ne büyük ölçülerde dışlanmış olduğunun kanıtlarına geldi. İstatistik veriler açıkça gösteriyor ki Osmanlı ticareti ve ekonomisi nerdeyse tamamen azınlıkların elinde bulunuyordu. Kaynak, Osmanlı ticaret salnamesini hazırlamak amacıyla İstanbul tüccarları arasında yapılmış bir anketin sonuçları…
-İthalat ve ihracatta Türk girişimcilerin oranı, yalnızca yüzde 4. Komisyonculukta yüzde 3’ün altında. Ticaret burjuvazisinin neredeyse tamamı azınlıklardan oluşuyor.
-Liman işleri bütünüyle Türk olmayanların elinde. Limanda iş bulmak için birinci şart, Rumca, İtalyanca ya da Fransızca bilmek.
-Esham ve Kambiyo Borsası’nda alıcı ve simsarların yüzde 95’i Türk olmayan unsurlar.
-İç ticaretle uğraşan toptancı tüccarın yalnızca yüzde 15’i Türk. Perakende ticarette yüzde 25.
Genel bir rakam vermek gerekirse, ticaret burjuvazisinde Türk unsurların payı sadece yüzde 5-10 arasında. Tüm ekonomi hesaba katılırsa, oran daha da düşecektir. Demek ki ticaret hayatının tamamına yakını azınlıkların elindedir. Bu gözlem, şu anlama geliyor: Söz konusu sınıf; bütün çıkarlarını Batılı iş adamlarıyla birleştirmiş ve onların kontrolü altına girmiş olduğu için, Osmanlı ticaret ve ekonomisi, aynı zamanda Batı kapitalizminin elinde ve hizmetindedir..
B) Azınlıklar, Ermeni isyanları
Aşağıdaki kanıtları ise Osman Pamukoğlu’nun kitabından [ss.9-17] derledim. Genel olarak azınlıklarla ve Ermenilerle ilgili ibret verici, bugüne ışık tutan gözlemler bunlar.
1) İlki Mehmet Akif Bey’in “93 Harbi ve Başımıza Gelenler” adlı kitabından seçilmiş. Özetliyorum.
Osmanlı ülkesinde yaşayan Türk olmayan unsurların, bir bahane ile himaye edilmeleri konusu; Avrupalılar tarafından, öteden beri Osmanlı Devleti’ni eleştirmek için kullanılır dururdu. Bunların eleştiri olmaktan çıkıp Avrupa devletlerine tanınmış bir müdahale hakkına dönüşmesi, Kırım Harbi sonunda imzalanan 1858 Paris Antlaşması’yla mümkün olmuştur. Osmanlı uyruğu olan halklar üzerinde Avrupa devletlerinin himayesini, bu antlaşma ile kabul ettik.
Avrupalılar gerçek niyetlerini ve arzularını saklamaya çalışsalar da, iyice bilmeliyiz ki maksatları idaremizin düzeltilmesi ve siyasî yapımızın onarılması değildir. Avrupalıların gerçek maksadı devletimizin kudret ve nüfuzunu kırarak yıkmak, meydana gelecek yıkıntıdan da istifade etmektir.
Hal böyle iken devletin yönetiminde söz sahibi olanlar, karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeyi kavrayamadılar. Ülkemizin jeopolitik konumunun üstünlüğünden yararlanarak ulusal birliğimizi ve gücümüzü ortaya koyacak dirayeti gösteremediler. Sonuçta [azınlıkların] silahlı ya da silahsız isyanları başladı. Kendimizi savaşların içinde bulduk.
2) İkinci kanıt Edward M. Earle’nin, 1923 tarihli “Bağdat Demiryolu Savaşı” adlı yapıtından: Asya Türkiyesi misyonerlerin kaynaştığı bir kovan gibiydi. Misyonerler azınlıklar arasında ayrımcılık ruhunu körükleyerek, Batı âdet ve fikirlerini ülkeye sokarak, Türk milliyetçiliğinin gelişmesini önlüyordu. Gerek kendilerinin, gerek temsil ettiklerini iddia ettikleri azınlık gruplarının himayesi için, diplomatik korunma arayıp uluslararası olaylara sebep oluyorlardı.
Bu misyonerler ve din adamları, dünyanın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar emperyalizme hizmet etmemiştir.
3) Başka bir kanıt Ermenilerle, Ermeni isyanları ile ilgili. Bunların torunlarından bazıları bugün kuzu postuna bürünmüş olarak, o TV kanalı bu TV kanalı, dolaşıp duruyorlar.
1889-1909 arasındaki yirmi yılda, Ermeniler; çoğunluğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olmak üzere 32 isyan ve olay çıkardılar.
1896 Temmuz’undaki “İstanbul Osmanlı Bankası Baskını” Ermenilerin, Sultanahmet’te toplanarak Galata’ya yürümeleri ile başladı. Rusya ve Avrupa tarafından tahrik edilmiş ve şımartılmış olan Ermeniler; Osmanlı’nın başkentinde, devlete kabadayılık taslayarak, hakaretler, küstahlıklar ve taşkın hareketlerle Eminönü’ne ulaştılar. Başıboş kitle Galata’ya varınca Osmanlı Bankası’na saldırarak, binanın altını üstüne getirmeye koyuldular. Onlar bu işi yaparken, Tophane rıhtımında ekmeğini kazanmaya çalışan hamal, çımacı ve kayıkçılardan oluşan Türklerin tepesi attı. Sopalarla, çıldırmış haldeki Ermenilerin arasına daldılar; kan gövdeyi götürdü.
Ertesi gün, ne kadar Avrupa devleti varsa, hepsinin elçileri Saray’da, II. Abdülhamit’in huzurunda idiler. Ağızlarından âdeta alevler saçarak, Ermenilere arka çıkıp bir gün önceki olayı protesto ettiler. Abdülhamit gayet sakin, elçilere “beni takip edin” dedi. Çok geçmeden bir odanın önünde durdu, kapısını açtı ve içeriyi gösterdi. Oda ağzına kadar silah doluydu. Elçilere döndü ve şunları söyledi: “Bu silahları Ermeni yurttaşlarım kullandı. Benim ülkemde bu silahları üreten bir fabrika yok!” Sonra onları başka bir odaya götürüp içerde istif edilmiş sopaları gösterdi: “Bunları ise Türk yurttaşlarım kullandı. Hepsi de ülkemin ormanlarından...”
C) Diğer kanıtlar
Sıra diğer kanıtlarda.
1) Değerli iktisatçılarımızdan Haydar Kazgan [ss.91-93, 171] “Osmanlı azınlıklarının Osmanlı dış ticareti ve dış finansman piyasaları”nı nasıl ele geçirdiklerini anlatıyor:
Osmanlı İmparatorluğu’nda XIX. yüzyılda Tanzimat adıyla gerçekleştirilen üst yapı ve hukuk değişiklikleri, Osmanlı azınlıklarına daha çok yaramıştı. Şu bakımdan ki bu yüzyılın başında Rum, Ermeni ve Musevî azınlıklar servet, beceri ve eğitim açısından Müslüman Türklerle aynı düzeyde iken, yüzyılın ortalarına doğru öne geçmeye başlamışlar; aynı yüzyılın ikinci yarısında ise arayı iyice açmışlardı. Bunun sebebi, eğitimde, ekonomik güç ve beceride azınlıkların büyük bir atılım yapmış olmalarıdır.
Aynı yüzyılda İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkelerde sağlanan ekonomik gelişme, eğitimde olanakları artırmış; yetişmiş insangücü artmış, hattâ beşerî kaynak fazlası oluşmuştur. Yetişmiş insan gücü fazlasının önemli bir kısmı, Yüzyıl boyunca Osmanlı topraklarında kâh misyoner teşkilatlarının üyesi ya da görevlisi olarak, kâh tek başına zengin konaklarına girerek, Batı dillerinin, bilim ve sanatlarının yayıcıları olmuşlardır. İşte misyoner okulları ile, yalnız Osmanlı şehirlerine değil köylere kadar giren bu eğitim ordusundan en çok faydalananlar, Osmanlı azınlıkları olmuştur.
Misyoner okullarından mezun olan azınlık gençleri, eğitimlerini Avrupa’nın ünlü üniversitelerinde sürdürmüş, ülkeye geri dönünce de açılmış cemaat okullarında görev almışlar; azınlıkların eğitim gücünü ve kalitesini daha da ileri düzeye taşımışlardır. İşte eğitimdeki bu ilerleme, azınlıklara Osmanlı dış ve iç ticareti ile finans piyasalarını tümüyle ele geçirme olanağını vermiştir. XVIII. ve XIX. yüzyıl boyunca, maliye hesap ve muhasebe işlerinde azınlıklar istihdam edilmektedir. Çünkü Fransız, İngiliz ve Amerikan okullarında bu tür meslekler için yetiştirilenler, azınlık çocuklarıdır. II. Abdülhamit zamanında açılan ilk ticaret mektebinde, Müslüman Türk çocuklarının oranı yüzde 10 bile değildir.
Öte yandan, buharlı gemilerin kullanılmaya başlamasıyla taşıma maliyetlerinin düşmesi ve böylece daha çok ve çeşitli malın dış ticarete konu olması; Osmanlı azınlıklarına yeni iş alanları açmış; onların, eski iş alanlarını daha da büyütmelerini mümkün kılmıştır. Azınlıklar bunlarla yetinmeyerek, tarım üreticisi olarak da büyük atılımlar yapmışlardır. Dahası XIX. yüzyılın ikinci yarısına girerken, bazı Rum, Ermeni ve Musevî banker ve sarraflar, Galata’da bir borsa kurmaya soyunuyorlardı.
2) Haydar Kazgan (ss. 185-186) azınlık okulları hakkında ayrıca aşağıdaki bilgileri veriyor.
Osmanlı azınlıkları XIX. yüzyılın başından itibaren, gelişen Avrupa ticaretinden türlü hizmetler arz ederek faydalanmak için, büyük şehirlere ve özellikle İstanbul başta olmak üzere liman kentlerine göçmeye başlamışlar; oralarda umduklarından da fazlasını bulmuşlardır.
Cemaat okulları ve Avrupalı misyonerlerin açtıkları okullar, azınlık çocuklarının yetişmesinde büyük rol oynamıştır. Osmanlı azınlıkları yüzyılın başında ele geçirdikleri dereceli okullardaki “skolarite” üstünlüğünü Cumhuriyet’in ilk yıllarında da sürdürmüşlerdir.
Osmanlı azınlıklarını eğitim ve beceri bakımından yükseltmek, o zamanki devlet yöneticilerinin de bir uğraşı olmuştur. Oysa bu durum, azınlıkları, Müslüman Türklerden üstün hale getirmiştir. Eğitimde ileri sanayi ülkeleri toplumlarının düzeyine erişen azınlıklar; gelişen Batı ticaretinde oluşan rantları Tanzimat’ın getirdiği yeni haklardan yararlanarak yabancılarla önce paylaşmış, daha sonra tümüyle kendilerine mal eder duruma gelmişlerdir. Hattâ o noktada da durmayarak devlet kadrolarındaki kilit mevkileri de ele geçirmeye başlamışlardır.
Sonuç
Sonuç olarak, yukarda sunduğum tarihî belgelerin şu önermeleri doğruladığını söyleyebilirim:
-Batı, Türkiye’deki azınlıkları kendi çıkarları için kullanmış, onları kendine ortak olarak seçmiş, planları çerçevesinde isyana da teşvik etmiştir.
-Azınlıklar Batı sermayesiyle bütünleşerek Avrupa’nın (bugünkü AB’nin, özellikle İngiltere, Fransa ve Almanya’nın) ve ABD’nin himayesinde gelişmişlerdir. Osmanlı ekonomisini bu sayede ele geçirmişler, ticaret ve sanayiden dışlanmış olan Türk unsurları Batı ile birlikte sömürmüşlerdir.
-Avrupa Birliği; katılım ortaklığı belgesiyle, ulusal programla, uyum yasaları ve ilerleme raporlarıyla bugünkü Türkiye’de -Atatürk’ün etkisizleştirdiği- aynı yapı ve düzeni bugün yeniden kurmak için uğraşmaktadır. Çünkü Türkiye’nin içinde, kendilerine yardımcı olacak yeni ortaklara ihtiyacı vardır. Hedefleri “Türk unsurları” -Osmanlı’da olduğu gibi-yeniden köleleştirmektir.
Batı’nın bizim iyiliğimizi istediğine ancak hainler ve saflar inanır. Dilleriyle söyledikleri asla gerçek niyetleri değildir. Söylediklerini deşmek, derinlere, tarihî köklere inmek gerekir. Kirli planları ve gerçek hedefleri ancak o zaman fark edilebilir.