Dana Bayramı
Dün ve bugün İzmir"de Afrika kökenliler, 1. Dana Bayramı Etkinlikleri düzenleniyor. Çeşitli konuşmalar yanı sıra, bugün Torbalı ilçesinde Ayvalık, Dalaman, Torbalı ve İzmir"de yaşayan yüzlerce Afrika kökenli ailenin katılacağı bir piknik de yapılacak. Nedir bu Dana Bayramı denilen şey, eski defterleri bir karıştıralım dedik...
Dana Bayramı adına ben ik kez Reşat Nuri Güntekin"in Miskinler Tekkesi adlı romanında rastladım. Güntekin bu romanında İzmir"de Kadifekale eteklerindeki zenci mahallelerinden Tamaşalık"ı anlatırken Dana Bayramı"ndan da söz eder. Yirminci yüzyılın başlarında İzmir"de yaşayan Reşat Nuri bu döneme ait gözlemlerini şöyle aktarır: "Tamaşalığın ahalisi Afrika zencileridir. Konaklardan çıkarılmış, yahut kaçmış sürüsürü Gülfidan bacılar ve onların erkekleri... Bunların gücü kuvvetleri (yerinde olanları) gündüzün şehirde incire, palamuta, yahut dilenciliğe giderler; ihtiyarlar ve sakatlar kulübelerinin önünde, kızgın güneşin altında iri kertenkeleler gibi yarı çıplak yatarlardı." Güntekin "Cemiyet halinde fukaralığın bu derecesini başka hiçbir yerde görmedim" diye de ekler.
TAMAŞALIK VE TÖREN
Tamaşalığın tasvirini ve oradaki yaşama koşullarını bir kenara bırakıp Dana Bayramı ile ilgili bölüme geçelim: "Tamaşalığın her yıl meşhur Dana Bayramı vardı ki, her halde Afrika"dan getirilmiş bir putperest ayini olacaktı. Şehirde ve hatta civar kasaba ve köylerde ne kadar Arap varsa (Osmanlı"da zenci sözcüğü kullanılmaz, Afrika kökenliler Arap olarak anılırdı) Tamaşalığa akın eder, bunlara hemen bir o kadar da beyaz seyirci katılırdı. "
Reşat Nuri"nin anlatımına göre bu süslenmiş dana haftalarca sokak sokak dolaştırıldıktan sonra, bayramın son günü Tamaşalık"ın meydanında toplanılırdı. Burada şarkılar ve danslarla bir nevi ayin yapılır, son olarak dana kesilir ve pişirilerek yenirdi.
KAZANDA DANA ETİ
Bu bayramdan Halit Ziya Uşaklıgil de İzmir Hikáyeleri"nde kısaca söz eder. Ama konuya daha bilimsel bir katkıyı Pertev Naili Boratav yapar. Boratav, İzmir zencilerinin semtlerini Kadifekale yakınlarındaki Sabırtaşı, Dolaplı Kuyu, Tamaşalık ve Ballı Kuyu olarak sıraladıktan sonra sözü Dana Bayramı"na getirir. Bu törenin dört hafta boyunca sürdüğünü belirten Boratav bayramın doruk noktasını şöyle aktarır: "Dördüncü Cuma, ortak aldıkları danayı süslerler; boynuzlarına teller, pullar, mendiller takarlar ve alay halinde, yine sazlarını ve çalparalarını çalaraktan Sabırtaşı"ndaki topluluk, dana ile birlikte Tamaşalık"a varırdı. Orada Godiya (zencilerin çoğunlukla kadın olan bir nevi kolbaşısı) danayı törenle keser, yüzerdi. Dana alanda kurulmuş olan kazanda pişirilirdi. O gün Tamaşalık bir bayram yeri halini alırdı. Bütün zenciler ve seyre gelmiş beyazlar bir arada eğlenirler, sazlar ve çalparalar çalınarak dans ederlerdi. Dana kazanda iyice piştikten sonra alanda kurulmuş olan sofralara dağıtılır, herkes ne kadar düşerse bu etten yerdi. Yemek faslı sona erince de bayram sona ermiş olur, herkes dağılırdı."
Dana Bayramı"nın Osmanlı İmparatorluğu"nun başka yerlerinde de kutlandığını ressamlığın yanı sıra iyi bir gözlemci olan Malik Aksel anlatır. İstanbul"da ise, aynı yıllarda dana unutulmuş, tavuk kesilmeye başlamıştır. Aksel, İstanbul"da zencilerin "çoğunlukla Veliefendi, Bayrampaşa, Çırpıcı, Kağıthane ve Üsküdar"da Çilehane" semtlerinde toplandıklarını yazar. Bir tür ayin olan bu toplantılara halk arasında Arap Bayramı denirmiş. Ama İstanbul zenci folkloru ayrı ve ilginç ayrıntılara sahip bir konu. Gelin biz İzmir"de kalalım ve Dana Bayramı"nın yeniden kutlayanlara katılarak "Arap Zeybeği" oynayalım...
Kabakçı Arap
DANA Bayramı ve diğer zenci gösterilerinin baş müzisyenleri Kabakçı Araplardı. Münir Süleyman Çapanoğlu, Kabakçı Arapların çaldıkları aletin adının Bodengo olduğunu söyler: "Bodengo, içi boş bir bal kabağına, uzun bir sap geçirilmiş, üzerine üç dört tel takılmış bir sazdı." Malik Aksel de kabak çalanın yanında bir de tef çalan zencinin bulunduğunu belirtir. Ayrıca "kabak çalanın başında bir tilki kuyruğu vardır" diye ekler. Kapakçı Araplar yaz aylarında Boğaziçi köylerinde, özellikle de Haydarpaşa ve Kadıköy yakasında dolaşarak sanatlarını icra ederlermiş. Çapanoğlu bunların çarlistonvari bir havada, "kantomsu değil, manimsi değil, isimlendirmesi mümkün olmayan" bir şeyler okuduklarını söyler. Bunlar şarkı söyledikleri mekanın özelliklerini de sözlerine ekleyerek, bir nevi ozanlık da yaparlarmış. Örneğin bir yalının önünde şöyle sözler uydururlarmış:
Vekilharç para çalmaz
Dingala kabak, dingala!
Kazevi açar, yarısını çalar,
Dingala kabak, dingala!
Küçük hanımın kalbi atar,
Dingala kabak, dingala!
Evlenmek için kısmet bekler,
Dingala kabak, dingala.
Gökhan Akçura
Arap kızı neden camdan bakıyor?
Afrikalılar Dayanışma Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Mustafa Olpak’ın “Arap kızı neden camdan bakıyor?” sorusunun yanıtı, kendi iradeleriyle seçmedikleri bir hayatı yaşamaya zorlanan Afrika kökenli halkın, derilerinin renginden dolayı karşılaştıkları ayrımcılığı özetliyor. Belki şimdi, Osmanlı’nın Afrika kıtasından Türkiye’ye getirerek köle yaptığı insanların torunları, oyunları camdan seyretmiyor, kimi zaman oyunlara katılıyor. Ancak, Olpak’ın deyimiyle, ırkçılık bir vücut dili olarak hala devam ediyor.
“Yağmur yağıyor. Seller akıyor. Arap kızı camdan bakıyor”. Ders teneffüslerinde oynadığımız bir oyun, söylediğimiz bir şarkıydı. Arap kızının camdan bakması olağandı bizim için. “Neden?” diye sormamıştık. Afrikalılar Dayanışma Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Mustafa Olpak’la bu hafta sonu düzenleyecekleri 1. Dana Bayramı etkinliğe ile ilgili olarak görüşmek için buluştuğumuzda, sorularımızdan birine, bu soruyla yanıt verdi:
Arap kızı neden camdan bakıyor biliyor musunuz? Yanıtını bilmiyorduk ve bu soru hiç aklımıza gelmemişti. Sorunun yanıtı ise şuydu; Arap kızı, bir kölenin kızıydı. Çocuk bile olsa, bir köle gibi, sahibine hizmet etmek zorundaydı. Bu yüzden, sahibinin beyaz çocuklarının evlerinde oynadıkları oyunlara karışamaz, onları yağmurun çamurun altından camdan bakarak izlerdi. Yanıt, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Afrika kıtasından getirerek, köle yaptığı ve resmi tarihin yok saydığı yüz binlerce insanın yaşamını özeti.
“DEDEM İLE NİNEM İNATLA TÜRKÇE ÖĞRENMEDİLER”
Mermer ustası olan Mustafa Olpak da, Türkiye’de sayıları bugün için 3 milyon olduğu tahmin edilen Afrika kökenlilerden biri. Ailesi, 1890 ila 1895 yılları arasında, bugünkü adıyla Mombasan olarak bilinen Köle Sahili’nden kaçırılarak Anadolu’ya getirilmiş ve köle yapılmış. Böylece de, seçemedikleri bir yaşam başlamış. Olpak, kim olduğunu, dedesi ve ninesinden öğrenmiş: “Neden rengimiz böyle, diye anneme ve teyzemlere sorduğumda hiç yanıt alamazdım. Çoğu zaman da yüzüme bir tokat atarlardı. Ancak kim olduğumu, nereden geldiğimi, seçmedikleri bir hayatı yaşamak zorunda kalan dedem ile ninem anlattı. Dedem ile ninem, inatla Türkçe öğrenmediler. Ama bütün yaşamları boyunca bana kim olduğumu anlatmaya çalıştılar.”
“RESMİ TARİHİN, AYDINLARIN GÖREMEDİĞİ...”
Kökenine olan bu ilgi ve çabasını “Arap Kadın Kemale” ve “Köle/Kenya-Girit-İstanbul Kıyısından İstanbul Biyografileri” adlı iki kitaba dönüştürerek, Afrika kökenli halkı, görünür kılmaya çalışan Olpak, Osmanlı’daki kölelik anlayışının resmi tarihte yer almadığını anlatıyor. “Resmi tarihin görmezden geldiği kölelik sistemi nasıl” sorusuna Olpak şu yanıtı veriyor:
“Resmi tarihte bu yok… Yazılanla yaşanan çok farklı… Resmi tarih görmediği, aydınlar da ilericiler de görmüyor. Osmanlı köle ticareti, 1847-1857 fermanlarıyla bile yasaklanamıyor. Çünkü kölelik, İslam’da bir gelenek olarak var. Ve bu sistem, açık köle sistemi olarak biliniyor. Köle, 9 yıl hizmet gördükten sonra köle azat ediliyor. Ayrıca sahibinden şiddet gördüğü durumda şeriat mahkemelerine başvurma hakkı var. Bu durumda yeri değiştirilebiliyor ya da erken azat edilebiliyor. Amerika ya da İngiltere’deki gibi insanların renginden dolayı kafalarının kesildiği ya da yakıldığı gibi değil. Ama bu, Osmanlı’da bir ayrımcılığın olmadığı anlamına gelmiyor. Kölelerin senede bir gün izinleri de bulunuyor. Ve bu izinleri, ‘godya’ denilen önderleri aracılığıyla Anadolu’ya dağılmış olan yakınlarına ulaşmaya çalışarak geçiriyorlar. Godya yani lider bugün Afrika’nın iç kesimlerinde devam eden gelenekte bulunuyor.”
EVLATLIK YASASI 1964 YILINDA KALDIRILDI!
Mustafa Olpak, köleliği, “kuşaktan kuşağa geçen, dünyanın affedilmeyen suçu” olarak tanımlıyor ve “yasaların değişmesiyle birlikte hemen ortadan kalkmıyor” diyor. Olpakı’ın verdiği bilgiye göre, Türkiye’de yaşayan Afrika kökenli halka, 1936 yılındaki nüfus kanunu ile kimlik veriliyor. Ancak köleliğin inceltilmiş hali olan Evlatlık Yasası ise 1964 yılına kadar uygulamada kalıyor.
Afrika kökenliler, Türkiye’nin özellikle Ege ve Marmara bölgesinde yoğun olarak yaşıyor. Ege bölgesinde ise Torbalı, Tulum, Hasköy, Yeni Çiftlik, Yeni Köy ve Çırpı köyleri onların yoğun olarak yaşadığı yerler. “Kendinizi nereye ait hissediyorsunuz” sorusuna Mustafa Olpay, “Biz kendimizi artık Afrikalı Türkler olarak tanımlıyoruz. Ağırlığımız Müslüman. Ancak, Osmanlı’nın getirdiği köleler içerisinde başka dinlerden olanlar da vardı. Başka bir kültürden geliyoruz. Ama on yıllardır da bu topraklarda yaşıyoruz. Kendimizi buraya ait hissediyoruz. Fakat kendi kültürümüzü de, ne olduğumuzu da öğrenmek istiyoruz” yanıtını veriyor.
“IRKÇILIK VÜCUT DİLİ OLMUŞ”
Afrikalılar Dayanışma Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Mustafa Olpak, yasalarla kölelik sistemi kaldırılsa bile, toplum içerisinde ayrımcılığın devam ettiğini anlatıyor: “Irkçılık vücut dili ile hep olmuş. Amerika ya da İngiltere’deki gibi yakılmamış insanlar ama başka bir biçimde olmuş. ‘Mahalledeki Arabın arkasından koşturmadım’ diyen yalan söylüyordur. ‘40 Arabın aklı bir incir çekirdeğini doldurmaz’ denmiş. Çocukken, herkes Arap Arap diye peşimden koşardı. Bütün Arap çocukların peşinden koştukları gibi. Bu yüzden bu insanlar, sindirilmiş ve görünmek istemiyor. Teninin renginden utanıyor.”
İLK OLARAK ARAP BACI OLARAK KARŞIMIZA ÇIKTILAR
Resmi tarihin yok saydığı Osmanlı kölelik sisteminin mağduru olan Afrika kökenli halk, yıllarca gözlerden ırak tutuldu. Ancak, bir dönem, “Arap bacı” olarak Türk sinemasının içine serpiştirilen karakterlerden biri oldular. Bunu için bile, 1980’li yıllar beklendi. Olpak’ın deyimiyle, “Arap bacı, zengin veletlerin kaprisini çeken ve her evre bulunması gereken hizmetçiydi.” Onları başka karakterlerde de göstermediler.
ARTIK GÖRÜNÜR OLMAK İSTİYORLAR
Mustafa Olpak, “artık görünür olmak istediklerini” anlatıyor ve bu amaçla da Afrikalılar Dayanışma Kültür ve Yardımlaşma Derneği’ni kurduklarını söylüyor. Olpak, Anadolu’ya dağılmış olan on binlerce insanın torunlarının bir araya gelmesini ve sorunlarını paylaşarak çözümler bulunmasını amaçladıklarını belirtiyor. Olpak, kendi geleneklerini de araştırdıklarını söyleyerek, “Bu yıl Türkiye’de bir ilke imza atarak, 1. Dana Bayramı’nı kutlayacağız” diyor.
KARA AFRİKA’DAN ANADOLUYA DANA BAYRAMI
Dana Bayramı, bugün hala Togo, Senegal, Eritre, Güney Sudan ve Kenya’nın iç kesimlerinde mayısın ilk cumartesi günü kutlanan bir bayram. Şamanizm özellikleri gibi dini ritüeller de taşıyan bu bayramda, Godya yani lider, trans içerisinde Tanrı ile konuşarak, halkı için sağlık ve af diliyor. Bayramda danslar ediliyor, ateşin üstünde yürünüyor. Halk, bu etkinliği yapmadıkları yıl, yaşadıkları çevreye ölümcül bir hastalığın geleceğine inanıyormuş.
Bugün bu bayramı, Türkiye’de hatırlayan çok az insan var. Onların yaşı da 90’ın üzerinde. Afrikalılar Dayanışma Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Mustafa Olpak, yeni neslin, oyunları dahi bilmediğini belirterek, “Bir kültür yok oluyor. Ve biz bu kültüre sahip çıkmaya çalışıyoruz” diyor.
1. Dana Bayramı, 3–4 Mayıs günlerinde yapılacak. İlk gün, Ege Üniversitesi’nde yapılacak olan panelde, köle olarak getirilen insanların torunları ile bu konu üzerine çalışma yapan akademisyenler konuşacak. İkinci gün ise, Torbalı Efeoğlu Piknik Alanı’nda binlerce Afrika kökenlinin katılacağı bir etkinlik düzenlenecek.
İSTANBUL - Ataları 19. yüzyılda köle tüccarları tarafından ya da başka yollarla Anadolu’ya getirildi. Varlıklı ailelerin ev işlerinde ya da tarım alanlarında çalıştırılıyorlardı. Kimilerine göre ‘Arap bacı’ kimilerine göreyse yağmur yağarken camdan bakan Arap kızıydılar. Onlar aslında Afro-Türkler. Tarih Vakfı ‘Sesiz Bir Geçmişten Sesler: Afrika Kökenli ‘Türk’ Olmanın Dünü ve Bugünü’ adlı sözlü tarih çalışmasıyla Türkiye’de yaşayan Afrika kökenli Türkleri araştırdı. Resmi tarih kayıtlarında sessiz kalmış, bugün sayıları 5 binin üzerinde olduğu sanılan Afro-Türkler, sözlü tarif çalışmasıyla geçmişlerini ve bugünlerini dillendirdi.
100 kişi hikâyelerini anlattı
Tarih Vakfı, Avrupa Birliği Komisyonu Delegasyonu tarafından desteklenen projesiyle 100 Afro-Türk’le gö-rüştü. Onların hikâyelerini dinledi. Afrikalılar Dayanışma, Kültür ve Yardımlaşma Derneği işbirliğiyle gerçekleştirilen proje 11 ay sürdü. Çalışma kapsamında İzmir, Aydın, Muğla ve Balıkesir’deki üç farklı kuşağa ulaşıldı. Yaşam öyküsü görüşmeleri köken kurgusu, ekonomik ve toplumsal yaşam, oyun, çocukluk ve iş gibi başlıklar altında gruplandırılarak benzerlikler ve farklılıklar analiz edildi.
Çalışmada anlatılanlar geçmişe ışık tutuyor. Bafa’da yaşayan 104 yaşındaki Rabia Ereneci annesinin Türkiye’ye gelişini şöyle anlatıyor:
“Anamgil orada, ufak çocuk, başı kabak, yalınayak. Burdan iki adam deveyle haca gitmiş... ‘Hem hacıya geldik, hem bizim köyde hiç Arap çocuğu yok, Arap çocuğu almaya geldik. Biz bunları annelerinden babalarından saklı kaçıracağız’ demişler. Anam dil bilmez... Koymuşlar bunları develere, gece gündüz buraya getirmişler...”
İzmirli 70 yaşındaki bakkal Müşerref Çelikay “Arabistan’dan kaçırmışlar derlerdi ninem...”diye anlatıyor.
Garson Cahit Şenköz’ın atalarına dair bildikleri ise şöyle:
“Dedemin Aydın Germencik’e bağlı Turanlar Köyü’nde doğduğunu biliyorum . Daha öncekilerin de Turanlar’ın karşısındaki Araplar Köyü’nden göç ettiğini biliyorum. O köyün tamamı Afrika kökenli, Sudanlı...”
82 yaşındaki marangoz Kemal Sözgelmez ise çocukluğunda gördüğü siyahları anlatıyor: “Böyle büyük dudaklı, ayak topukları dışarı durur... Öyleleri vardı ki, küpeler vardı kulağında, burunlarında. Üstlerine başlarına peştamal örterlerdi. Manto, entari giymezlerdi. Ninem beş-altı sene oldu öleli, o da aynı Afrikalı kocaman dudaklı.”
Hem kadın, hem ‘zenci’ysen
Anlatılanlar bugün Afro- Türkler’e karşı ayrımcılığın devam ettiğini de gösteriyor. İzmirli bir genç kız yaşadıkları şöyle anlatıyor:
“İzmir’de de sorunla karşılaşıyordum. Türkiye’de bayan olmak zor, zenci olmak daha zor. Isparta’ya gittim, üniversiteye. Herkeste bir şaşkınlık. Yurda gittim, herkes bana bakıyor. Sokaktaki insanın bir şey söylemesi koymuyor ama üniversitede belirli düzeydeki insanların söylemesi koyuyor...”
Şoförlük yapan bir genç ise “Senden başka rengi bozuk insan yok burada” denilerek işten çıkarıldığını söylüyor.
Çoğu ‘Pele’ ve ‘Esmeray’ diye çağırılmış
Sözlü tarih çalışması Afrika kökenli olmaktan dolayı bugüne taşınmış ortak bir kültürel motifin olmadığını gösteriyor. Ancak yaşam öyküleri yüzyıllar öncesine dair ayrıntıları da anlatıyor.
* Yazılı kaynaklar Afrikalıların baharı karşılamak için ‘Dana Bayramı’ yaptıklarını, bunu yöneten ruhani lidere de Godya dediklerini belirtiyor. İzmir’de yaşayan Afrotürklerin anlatıkları 1960’lara dek bu bayramın yapıldığını gösteriyor.
* Görüşme yapılan 100 kişiden sadece 21’i kökenini kölelikle ilişkilendiriyor. Diğerleri köle, kölelik gibi tanımların kullanılmasından hoşlanmıyor.
* Yaşlı kuşak kendisini Arap olarak tanımlıyor, kentte yaşayan gençler ‘Afrika kökenliyiz’ diyor.
* Evililiklerde belirleyici neden renk değil.
* 19. yüzyılda İzmir’in Sabırtaşı, Dolapkuyu, Tamaşalık, İkiçeşmelik ve Ballıkuyu gibi yoksul zenci mahallelerinden söz ediliyor.
* Rengi nedeniyle ayrımcılık gördük diyenlerin çoğu kentlerde yaşıyor, kendilerine Pele, Esmeray diye isim takıldığını anlatıyor.
* İzmirli siyahlar kendilerini Borno, Afini, Tağali ve Cengi gibi kabile isimleriyle ayırıyor.