İLBER ORTAYLI
İstanbul geçmişte nasıl yönetilirdi
Bu şehir hem Osmanlı hem Bizans idaresindeyken benzer bir teşkilatlanma ile idare ediliyordu. Bu iki imparatorluğun memurları halef selef gibidir
Büyük şehrin tarihini camiler, hanlar, saraylar, kiliseler ve sinagoglar olarak görüyoruz; bu şarttır ama yeterli değildir. Bir kısmımız bunun üstüne güya sosyokültürel tarih yapıyor. Beyoğlu'nun şıklığı, Degüstasyon, Lebon Pastanesi, Çemberlitaş turşucusu, Kapalıçarşı muhallebicisi, Direklerarası Ramazan eğlenceleriyle fasıl tamamlanıyor. Bu tarihçilik efsane ve anılarla ve bazen muhayyel tasvirlerle gider.
Oysa İstanbul tarihi için her yer gibi önce topoğrafya ve coğrafya çalışmaları yapılmalıdır. İstanbul'un bu tür araştırmalarını ise 1930'lar ve 40'larda Meyer ve daha önce Oberhummer, 1950'lerden sonra Wiener-Müller gibi yabancı alimler yaptılar. İstanbul Edebiyat Fakültesi'nden Süha Göney hocanın konuya yaklaşımı ve katkısı oldu. Şehir coğrafyası onun uzmanlık alanıdır ve İstanbul'a da Alman coğrafyacıların yöntemleriyle bakmıştır. Özellikle son 50 yılda şehrin altüst olan yapısını anlayabilmek açısından bu çok önemlidir.
Osmanlı tarihçilerinin sınırlı İstanbul bilgisi
Şehrin abidelerinin tarihini ve semtlerinin oluşumunu anlamak ancak sağlam bir coğrafya bilgisinden sonra mümkün olur. Gerçek bir şehir tarihi bilgisi coğrafya ve toponomi bilgisi üstünde gelişebilir. Yoksa sadece Bizans'ı ve Osmanlı'yı bilenlerin bu şehrin tarihini kavrayabileceklerini söylemek mümkün değildir.
Nitekim bazı büyük Bizans tarihçilerinin Konstantinopolis üzerindeki gülünç tasvirleri ve bazı Osmanlı tarihçilerinin İstanbul bilgilerinin kıtlığını hayretle izlemek mümkündür.
Üçüncü bir safha İstanbul idaresinin bütün olarak ele alınmasıdır. Şehrin etinın, tahılının, bazı meyvelerinin, süt ürünlerinin, odun ve kömürün bazı müteahhitlere verilen mecburi tekellerle sağlanması, depolama ve satışın sıkı denetimi ile mümkün oluyordu.
Ortaçağların bu büyük metropolünde halkın beslenme ve ısınmasının temini iki imparatorlukta da benzer bir teşkilatlanma gerektirmiştir. Bizans ve Osmanlı memurları birbirlerini izleyen halef selef gibidir.
Asayişin sağlanması da önemliydi ve bu hiç kolay değildi. O çağların Avrupa ve Rusya'sında 5-10 bin nüfuslu şehirlerde bile yol kesmek, adam katletmek olayları çoktu. Bizans ve bilhassa Osmanlı devrinde İstanbul'un asayişiyse yerli yabancı herkesin belirttiği gibi mükemmele yakındı.
Yerel yönetimler zayıf, komşuluk mükemmeldi
Bu nasıl oluyordu; idarenin yapılanması bunda başlıca etkendir. Belediye ve yerel yönetim zayıftı ama komşuluk ve mahalle düzeni hep mükemmel oldu ve güvenliği sağlamakla görevli yetkililer emir yoluyla da olsa bu birimlerden kolayca destek görüyordu.
İstanbul hem kalabalıktı hem de birçok din ve dil burada bir arada yaşıyordu ve bu birliktelik İstanbul'un renkleri içinde oluyordu. Böyle bir muammanın tasvirini yapmak ve tarihini kurabilmek bildiğimiz tarihçi yöntem ve üslubunun çok üstünde bilgi edinmeyi ve yorum kabiliyetini gerektirir.
Bugüne kadar maalesef ulusal bünyemiz bu tip İstanbul tarihçilerini yetiştiremedi; yabancı tarihçilerin de bilgisi belirli yerlerde tıkanıyor ve yorumları gerçeği her zaman aksettirmiyor. İstanbul'un her köşesinde bilhassa surlara yakın kesimde her dini cemaatten yerleşme yerleri vardı.
Hatta son Marmaray kazıları dolayısıyla Yenikapı'da ortaya çıkan Theodosius Limanı'nın bile moloz ve alüvyonlarla dolduktan sonra üzerinde teşekkül eden mahallede, Müslüman ahali gibi Ermeni bir grup da mahalle kurmuştu. İstanbul şehri iki bin yıldır tarihin en usta biçimde örülmüş bir Babil kulesidir.
Gelecek yazımızda İstanbul idaresi ve semtleri üzerinde duracağız ve çeşitli cemaatlerin idare ve hayatına bir nebze değineceğiz.
İstanbul kadısının en büyük derdi karaborsayı yani istifçiliği önlemek, şehir halkının etini ve ekmeğini temin etmekti. Şehirde ekmek, kışın yakacak odun bulunmasa en başta yeniçeriler ayaklanırdı
İstanbul Osmanlı döneminde dörde ayrılmıştı: Dersaadet denen suriçi İstanbul ve civarı, Eyüp ve civarı, Galata ve civarı, bütün Anadolu yakasını içeren Üsküdar. Eyüp'e mesela Ayvansaray ve civardaki bazı köyler bağlıydı. Hele Galata'ya Boğaz'ın Rumeli yakasındaki nahiyelerin hepsi bağlıydı. Bunlardan biri Yeniköy naipliğiydi. Bugünün Tarabya ve Yeniköy'ü Galata kadısının tayin ettiği bir naip tarafından mahkemesinde davalara bakılan ve belediye işleri yürütülen bir semtti.
Üsküdar kadısına bağlı olan en önemli naip de adı üzerinde Kadıköy'de otururdu. Bu kadıların hepsi ilmiye ricalinin yüksek rütbeli mensuplarıydı. Resmi bir binada değil, kendi konaklarında işlerini görürlerdi. Dört kadının hiçbiri İstanbul kadısına da bağlı değildi. İdari işlemlerini doğrudan sadrazam denetler, hukuki yönden denetleyicileri ise ancak kazaskerler olabilirdi.
Şehrin kadısı bugünün valisi ve belediye reisi gibiydi. Güvenlikten ve şehir hizmetlerinden sorumluydu. Vakıfların faaliyetini ve mali işlemlerini bir şeriat adamı olarak denetlerdi. Vakıf deyip geçmeyelim; başta eğitim, camiler, tekkeler, şehrin su yolları yani kanalizasyon ve içme suyu tesisatı, hamamlar bu sayede zaptürapte alınırdı. Bir alay cani ve suçlunun takibi ve güvenliği sağlamakla sorumlu olan subaşı, asesbaşı, gizli polis şefi olan böcekbaşı gibi memurların denetçisi ve amiri de gene kadıydı.
Esnafı kadı denetlerdi
Şehrin esnafını ve loncaları kadı denetlerdi. Malzemenin ve hizmetlerin fiyat ve ücretlerini tespit ve narh koymak onun işiydi. O kadar da değil; Müslim, gayrimüslim cemaatlerin yaşadıkları mekan ve uyumu sağlamak onun göreviydi. Şehrin imar nizamını mimarbaşı denetler, kadı adına yıkım ve müsaade işlerini o yürütürdü.
Malum; ahşap İstanbul yangınlar şehriydi. 1639 yangını neredeyse bütün İstanbul'u götürmüştü, bunun gibi bir facia da II. Meşrutiyet yıllarında yaşandı. İttihat ve Terakki dönemindeki modern belediyenin ve sözde asri imkânların 1639'daki teşkilattan daha etkili olduğunu söylemek zordur.
İstanbul kadısının başı kalabalıktı, mahkeme konağında kurulurdu ama bütün İstanbul davalarını onun görmesi beklenemez. Unkapanı, Eminönü, Balat, Kumkapı gibi semtlerde onu temsil eden kadı naipleri vardı. Bu naiplerin bölgeleri -benim yaşımdakiler hatırlayacaktır; yakın zamanlara kadar nahiye müdürleri tarafından yönetilirdi.
Bütün bunların yanında İstanbul kadısının en büyük derdi karaborsayı yani istifçiliği önlemek, şehir halkının etini ve ekmeğini temin etmekti. Bununla görevli müteahhitleri takip etmek ve denetlemek; adı üstünde Unkapanı, Balkapanı, Yağkapanı gibi semtlerin üstünden gözünü kaçırmamak önemliydi. Maazallah şehirde ekmek, kışın yakacak odun bulunmasa en başta yeniçeriler ayaklanırdı. O zaman meslek hiyerarşisinde kazaskerden sonra en yüksek mevkiye çıkmış olan İstanbul kadısının başı bir yanardı ki demeyin gitsin.
Osmanlı kadısının Bizans dönemindeki selefi praefectus veya eparh'tı. Eparh'ın kitabı denen kayıt defterinde Bizans döneminin esnaf listeleri bugünkü tarihçilerin başlıca kaynağıdır. Bunun gibi ağır yük taşıyan İstanbul kadısının "mahkeme sicilleri" de bugünkü sosyal tarihin ilginç kaynaklarındandır. Ünlü tiyatro yazarımız Musahipzade Celal Bey'in "İstanbul Efendisi" yani kadısı adlı oyunu kadar İstanbul kadısı ve belediye reisi olan bu karakteri anlatan bir eser az bulunur.
Hemşehrilik bilinci yok
İstanbul 17'nci asırda dahi Avrupa'nın en güvenilir yaşama sahip şehirlerindendir. Şehrin yönetimine kadı kadar sadrazam, onlar kadar yeniçeri ağası, kıyılardan sorumlu bostancıbaşı, Kasımpaşa bölgesinden sorumlu kaptanpaşa karışırdı. Nihayet unutmayalım, bir çarşının düzensizliğinden esnaf topluca sorumluydu; şayet bir mahallede rezilane bir hayat varsa gene mahalleli sorumluydu. Onun için herkes herkesin işine ve yaşamına karışırdı.
19'uncu yüzyılın dünya ile ilişkileri çok artan İstanbul'u bir de üstelik Osmanlı-Rus Savaşı'ndan sonra Rumeli göçmenlerinin sığıntı yeri oldu. Şehrin idaresi için sözde Avrupa modeli uygulandı. Belediye daireleri teşkil edildi, en azından üç defa belediyenin statüsü değiştirildi. Hiçbirinin fazla yararı olmadı. Çünkü sorun İstanbulluların hemşehrilik bilincine sahip olmamasından kaynaklanıyor. Eskinin İstanbullusu hiç değilse mahalleliydi, bugün onu bile bulmak zor.
Bizim neslin hayatı boyunca dahi belediyeler bütçesiz ve yetkisizdi. 1980'den sonra ise bütçeleri ve yetkileri artırıldı. Ne yapacağını şaşıran mirasyedi genç gibi belediyelere verilen bu imkanlar yolsuzlukları artırdı. Ama itiraf etmelidir, şehirlerin çehresi de değişti. Hem diğer şehirler hem büyük İstanbul görgüsüz yapılaşmaya rağmen kent hizmetleri itibarıyla hiç de dünyadaki azgelişmiş metropollere benzemiyor. Eğer halk idareye biraz daha katılsa ve denetlese kalabalık nüfusuna rağmen İstanbul bu dünyanın en düzgün metropollerinden olur.
http://www.milliyet.com.tr/2007/07/23/pazar/yazortay.html