Osmanlı kentinin hayat damarları gerçekten, başka hiçbir yerde olmadığı kadar, çarşıda atar; orada, her tabakadan erkek ve kadın karşılaşır, çok farklı diller ve yerel ağızlar (dialekt) orada bir araya gelir.
Aslında, Maurice M. Cerasi’nin de ‘Osmanlı Kenti’ başlıklı yapıtında (YKY, Şubat 1999) vurguladığı gibi, levanten Osmanlı kenti tek ve temsilî bir merkeze sahip olmasa da, ‘çarşı’ kent cemaatinin ve gündelik yaşamdaki hemen her şeyin iç içe geçip ‘kaynaştığı’ yerdir.
Osmanlı’nın ‘millet’ sistemine dayanan ‘polietnik’ imparatorluk yapısı çerçevesinde, dinî ve kültürel etkinlikler bir tür belirsizlik içinde kalmış olsalar da, çarşı, kent sakinlerinin bütünü için ‘özel’ bir yerdir. Yani günümüzün bakış açısıyla ‘kamusal’ bir alandır.
Çarşıda, sadece ticaret değil, siyaset de vardır; iş tartışmaları kadar, devlet dedikoduları da buralarda yapılır. Cerasi’nin ‘Osmanlı Kenti’ adlı yapıtında belirttiği gibi, “Osmanlı kentinin hayat damarları, başka hiçbir yerde olmadığı kadar, ‘merkez-çarşı’da atar…
Osmanlı kenti deyince akla gelen de, özellikle Anadolu ve Rumeli’de, halkın ahşap yapılarda oturduğu; ancak külliyeler ve kapalıçarşılar gibi, kamu hizmeti veren, vakıflara bağlı, çoğu taş, kalıcı yapıların da yer aldığı yerleşim alanlarıdır.
Prof. Dr. Hüseyin G. Yurdaydın tarafından yayına hazırlanmış olan Matrakçı Hasuk’un “Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn…”inde de belirtildiği gibi, ulucamiler, kervansaray, hamam ve pazarlar, Anadolu’da yüzde 55, Anadolu dışında ise, yüzde 46 oranında şehir ortasındadır.
Osmanlı kenti genelde, bu ‘merkez-çarşı’ların çevresinde gelişir ve şehir içi yollar bu merkezlerde buluşur.
Kentte üretilen her türlü mal ve hizmet, Bedesten’den başlayan ve genellikle ‘Uzunçarşı’ diye adlandırılan işlek bir cadde üzerinde yer alır. Bu caddeden ayrılan sokakların her birinde, belirli bir iş kolunda mal ve hizmet üreten esnaf ve onların örgütleri bulunur.
Nitekim, birçok başka Osmanlı kentinde olduğu gibi, başkent İstanbul’da da, Kapalıçarşı’nın Kuzeybatı kapısından başlayan ‘Uzunçarşı Caddesi’ne sağlı sollu bağlanan sokakların isimleri, “Tığcılar, Çakmakçılar, Havancı, Nargileci” gibi adlardır.
Kapalıçarşı’nın çevresi de, ticaret ve yolcu hanları ile çevrilidir. Yine klasik Osmanlı kent yerleşiminde görüldüğü gibi, Kapalıçarşı çevresinde de, Mahmudpaşa, Bâyezid ve Nuruosmaniye camileri yer alırlar.
Osmanlı kentinin hayat damarı merkez-çarşı ise, bir Osmanlı çarşısının kalbinin attığı mekân da, ‘bedesten’dir.
İlk zamanlarda kumaşçılar için inşa edilen bu yapılar, Osmanlı çarşısında bir yönüyle ‘Borsa’ işlevini yerine getirirken, diğer yönüyle de, para ve mücevheratın belirli bir süre için saklandığı ‘kiralık kasa’ görevini de üstlenmiştir.
Bu nedenle, bedestenler oldukça sağlam bir biçimde inşa edilmişlerdir. Bedestenler aynı zamanda, kentteki ticaret yaşamını da yönlendiren yarı resmî kuruluşlardır ve bedestenin çevresine yerleşen dükkânların da belirli bir sıralanma biçimi vardır:
Sattıkları malın değeri ne kadar yüksek ise, dükkânların yeri de bedestene o kadar yakındır.
Bulundukları şehrin ticaretinde, bedestenlerin hep özel görevleri olmuştur. Örneğin, ipek ve ipekli kumaş satıcılarının etkin olduğu Bursa’da, ipek alım satım fiyatlarını, bedesten tüccarları belirler.
İstanbul’da, imparatorluk merkezinde bulunan Cevahir Bedesteni’nde ise, ülke genelindeki kıymetli maden ve mücevher piyasası belirlenir.
İlk dönem Osmanlı çarşılarının iç işleyişinde ise, lonca sistemi etkin güçtür.Lonca sisteminin ticarî yaşamdaki etkisi, özellikle esnaf üzerinde, satış ve üretimle ilgili bazı ahlâk kurallarının oluşmasını sağlamıştır.
Osmanlı çarşısında, “Komşusu siftah yapmamışsa, müşteriyi komşuya göndermek” âdettendir. Aynı şekilde, vârisleri bulunan ama mezata düşmüş hacizli bir malın satışına, “Ağlayanın malı gülene hayır etmez” düşüncesiyle, çarşı esnafından hiçbiri katılmaz. Lonca Sistemi çarşıda, aynı işkolundan birinin, diğerinin önüne çıkmasına da izin vermez. Osmanlı çarşılarında aynı malı satan dükkânların bir arada bulunması, çarşıya kendi içinde bir düzen sağlar.
İtalyan yazar Edmondo de Amicis’in Osmanlı çarşıları için sarf ettiği, “Karışıklık ancak görünüştedir. Koca çarşı, bir kışla gibi muntazamdır” sözleri bu düşünceyi doğrular niteliktedir.
Gündelik yaşam, tüm Tanzimat öncesi ‘klasik’ Osmanlı toplumunda olduğu gibi, çarşılarda da, sabah ezanıyla başlamakta ve yatsı ile sona ermektedir. Bu saatler arasında yaşanması, İslâm geleneği açısından olduğu kadar, hayatın gün ışığına bağımlı olmasıyla da ilişkilidir aslında...
Hayatın gün ışığına göre kurulduğu Osmanlı’da, güvenliğin de ancak bu şekilde sağlandığı düşünülürse, aydınlatma sistemlerinin olmadığı bir dönemde, çarşının çalışma saatleri de bu düzene uygun olarak belirlenecektir elbette.
Osmanlı toplumunda, ‘Avrupaî’ beğeni ve tekniklerin kabulü gibi, reddi de çarşıdan geçer!.. Büyük halk kitleleri Batı’dan gelen malları ve fikirleri, önce çarşıda yaşayarak denemiştir diyebiliriz.
İmparatorluğun en önemli kentlerinde, farklı kültürlerden gelen tüccarlar hep çarşılarda buluşurlar. Örneğin Rum ve Ermeniler, doğdukları bölgelerin dışına çıkmışlar; Karadeniz ve Tuna nehri boyunca da, Slava ve Rum ticaret kurumlarının yerini Venediklilerin ve Cenovalıların almasıyla, bu etnik gruplar, önce o kentlerin çarşıları içine girmişler, daha sonra da, 18. Yüzyıl boyunca, o kentlerin yaşamı ile bütünleşmişlerdir.
İmparatorluğa kabul edilen İspanyol Yahudileri de, çarşı içine ve ardından ticaret ve finans alanlarına nüfuz ederek, 17. Yüzyıl’da, statülerini iyiden iyiye güçlendirmişlerdir…
Osmanlı’da çarşı esnafının farklı milletlerden oluşması da, ticarî hayatta ve satış tekniklerinde farklı renkler ortaya koyar. Her milletin kendi özellikleri vardır. Bu özellikleri, İstanbul’u ziyaret eden tanınmış İtalyan yazar Edmondo de Amicis (1846-1908) şöyle aktarır:
“Müşteri dört taraftan sözler ve işaretlerle çağrılır. Rum tüccar biraz azametli bir tavırla seslenir; aynı derecede hilekâr ama daha mütevazı görünen Ermeni, abartılı bir hürmetle müşteriyi celb etmek ister; Yahudi, satacağı şeyleri kulağınıza fısıldar; dükkânın eşiğinde bağdaş kurup oturan ağırbaşlı Türk ise, ancak gözleriyle davet eder sizi ve işi kadere bırakır…”
Satış için teşhir edilen mallar, Osmanlı çarşılarının doğal dekorudurlar aslında. Satılan ürün, yalın bir biçimde ön plana çıkar. Bu nedenle, Osmanlı kentlerini ziyaret eden birçok gezgin çarşıdaki ürünlerden ayrıntılı bir biçimde söz ederler.
II. Mahmud döneminde İstanbul’u ziyaret eden İngiliz kadın yazar Miss Pardoe’nun (1806-1862) bu alandaki izlenimleri, göz kamaştırıcı olmuştur:
“Kesinlikle söylenebilir ki, çarşının en gösterişli sokağı, işlemeli elbiselere ayrılmıştır. Burada, en ince iğne işi altın ve gümüş ipliklerle renklendirilmiş muslinler, yılların emeğiyle meydana getirilmiş kaşmirden tütün çantaları üzerine altınla işlenmiş yazılar bulunan İran işi eşarplar görülebilir…”
Satıcının elindeki malları teşhir etmesi de, Osmanlı çarşılarında, kendine has bir tarz içindedir. Bu konuya dikkat çeken gezgin Bore, şunları dile getirir:
“Yol boyunca, iki taraflı dizilmiş duvarlar boyunca, raflarda yer tutmuş albenisi olan ne kadar mal varsa; Bursa’nın kadifeleri, İran ve Hint şalları, Bohemya ve Venedik camları, birbiri peşine renkli yelpaze gibi açılıp gözleri büyüleyen çarşılarda, sadece rafta kalmazlar…”
“Özellikle kumaşçılarda, kepenklerin yukarı kalkan kanadından veya tonozları tutan demir çubuklardan aşağıya doğru kumaş parçalarının sarkıtılması âdettir. Bu bin bir renkli atlaslar, ipekliler, arkalarından gelen günışığını alaca bulaca yansıtarak herkesi büyülü bir masal âlemine davet etmektedir.”
Osmanlı çarşısındaki dükkânlarda, kimi zaman, her şey iç içedir: Üretim, depolama, teşhir ve satış, aynı mekânda yapılmaktadır. Dükkânlarda ‘vitrin’ yoktur; ürünlerin teşhiri, basit ve sade bir biçimde yapılmaktadır.
Ama bütün bu sadelik, Osmanlı çarşısının gürültülü patırtılı şamatasını; zenginlikleri ve yoksulluklarıyla, burada yaşanan hay huyu kucaklar ve ‘Osmanlı çarşısının içinden kentin geçtiğini’ görürüz...
Bugün 49 ziyaretçi (62 klik) kişi burdaydı!
SİTE HAKKINDA__________________________________
Bu web sitesi adındaki "ardiye" tanımından da anlaşılacağı üzere bir çeşit depo olarak tasarlandı. İşbilir annelerimizin gün gelir lazım olur düşüncesiyle ayak altından kaldırıp evin ücralarına kaldırdığı ıvır zıvırlar yaşanan hayatların canlı bellekleridir adeta.Çocukluğumun misafirliklerinde karıştırmaktan kendimi alamadığım için yediğim azarların sebebini tam olarak açıklamasa da, geride bırakılanlarla hayal edilenlerin tuhaf bileşkesinin o tozlu ardiye odalarına farklı bir çekicilik kattığı bir gerçektir.
Araştırmaların, ortaya konan yönelimlerin, bilgilerin her an ulaşılabilecek bir havuzda toplanmasının faydası bir yana, bu web sitesinin amacını kısaca 'süreci ışığa çıkarma' olarak da tanımlayabiliriz.Biz tiyatrocular, ömrümüzün büyük bölümünü evlerimizde, arabalarımızda, koltuklarımızda değil insan belleklerinde sürdürürüz. Son unutuşa kadar yaşadıklarımızı değil yaşamı anlamlı kılmaya çabalar anılarımız. Su üstüne yazı yazmanın nafile çabasını alkışlayarak, her şeyin ölümlü olduğunun yüce bilgisiyle...
ENGİN ALKAN