Istanbul Efendisi Ardiyesi
  MEŞRUTİYET
 
MEŞRUTİYET

...
Meşrutiyet hükümdarların başkanlığı altında anayasalı parlamento idaresi şeklindeki sisteme verilen isimdir. Bu idare şeklinde tamamı veya bir kısmı halk tarafından seçilen bir meclis vardır.
Meclis demokrasilerde belli dönemlerde yapılan genel halk oylaması ile seçilen millet vekillerinin oluşturduğu kurul. Meclisler devletin yasama yetkisini kullanan organlardır. Türkiye'de yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kullanılır. TBMM 5 yılda bir seçilen 550 milletvekilinden oluşur. Meclisler kendi iç tüzüklerine göre yönetilir.
Batı’da demokrasinin gelişimi, halkın çoğunluğuna malolan büyük ve çoğu kanlı mücadeleler neticesinde mümkün oldu. Osmanlı Devletinde ise hiçbir devirde halk, ülke idaresinde söz sahibi olmak için herhangi bir harekette bulunmadı. Çünkü Osmanlı idaresi, bir hanedan başkanlığında olsa bile, devletin bütün işleri İslamiyetin emir ve yasaklarına göre yürütüldüğünden, ülkenin her köşesinde adalet, sulh, sükun ve huzur hakimdi. Avrupa’daki hanedanlar ve krallar ise keyfi idareleriyle halkı asırlarca zulüm altında inletmişlerdi. Osmanlı Devletinde tanzimat ve meşrutiyet hareketleriyse, halktan gelen birer hareket olmadı. Bazı devlet adamları ile Avrupa kültürüyle yetişmiş bir grup insanın, Avrupa devletlerinden de destek görerek sürdürülen faaliyetleri neticesinde ortaya çıktı ve bu durum, ihanete kadar vardı. 1850’li yıllara kadar Osmanlı padişahı, devletin ve milletin sahibi olarak, bütün güçleri elinde tutan en yüksek karar organı mevkiindeydi. Ayrı din ve milliyetlerden müteşekkil mütecanis olmayan bir devletin idaresinde bundan başka bir şekil düşünmek de mümkün değildi. Nitekim günümüzde de şekli görüşü ne olursa olsun muhtelif milletlerden meydana gelen devletler için de benzer durum söz konusudur.

Osmanlılarda hükümdarın temsil ettiği kuvvetlerin ve sahip olduğu yetkilerin elinden alınarak başka kuruluş ve kişilere verilmesi Batı’daki gibi demokrasinin gelişmesine değil, devletin birlik ve beraberliğinin kaybolmasına yol açtı. Asli unsurunu Müslüman-Türklerin teşkil ettiği Osmanlı Devletinin bünyesinde değişik milletler mevcut olduğu için milliyetçilik hisleri ve demokrasi hareketleri her imparatorlukta olduğu gibi devletin dağılıp yıkılmasında büyük rol oynadı. Nitekim Yunanistan, Bulgaristan ve diğer eyaletlerde kiliselerden kaynaklanarak başlayan milliyetçilik hislerinin yabancı devletlerce büyük bir harekete dönüştürülmesi neticesinde, bunlar Osmanlı Devletinden ayrılıp, bağımsızlıklarını kazandılar. Yine, demokrasilerin vazgeçilmez bir unsuru olan parlamento kurumu ancak milli bir devlet yapısı içinde asli fonksiyonunu kazanabilmektedir. Aksi halde zararı faydasından çok daha fazla olabilmektedir. Mesela, Birinci Meşrutiyet meclisindeki azınlık mebuslarının seçildikleri bölgeye muhtariyet istekleri gerçekleşseydi, Osmanlı Devleti yarım asır önce tarihe karışır, belki de yerine yeni bir Türk Devleti kurulamazdı.

Meşrutiyet rejimi, ona inananlar tarafından Osmanlı Devletini içinde bulunduğu durumdan kurtarabilecek yegane çare olarak görülmekteydi. Osmanlı Devleti tedricen dünya siyasetinde ve iktisadiyatındaki ağırlığını kaybetmeye başlamıştı. On yedinci yüzyılın sonlarına doğru Batı Avrupa ülkelerinin, sanayi inkılabını gerçekleştirip, teknolojik sahada önemli mesafeler almaya başlaması üzerine, dünya siyasetindeki ağırlıkları artmaya başladı. Sanayileşme gayretleri içeriden ve dışarıdan çeşitli şekillerde engellenen Osmanlı Devleti, kendisi dışındaki teknolojik gelişmelere yeterince ayak uyduramadı. Gerilemesinin esas sebebi din ve kültürü değil, değişen dünya şartlarına intibak edememesiydi. Harp meydanlarında başgösteren başarısızlıklar neticesinde devletin tekrar eskisi gibi güçlendirilip yenilenmesi çabaları ortaya çıktı. Türk tarihindeki her ilerici hamle üstten ve idareci zümreden geldiği gibi, bu husustaki ilk teşebbüsler de padişhalar tarafından ele alındı. Padişahlar tarafından çeşitli kereler ıslahat teşebbüslerinde bulunuldu. Genç Osman, Üçüncü Selim, İkinci Mahmud, Abdülmecid ve Abdülaziz hanların başlattıkları yenilikçi gayretlerin temel vasfı, Osmanlı Devlet müesseselerinin, işleyiş şekillerinin, çağın şartlarına uygun yeni fonksiyonlar kazanarak verimliliklerinin arttırılması oldu. Böylece Osmanlı devlet müesseselerinin ortaya çıkan yeni ihtiyaçlara cevap verebilmesi sağlanmak istendi.

Ancak her defasında başlatılan çalışmalar dolaylı ve dolaysız yollardan, dahilden ve hariçten gelen baltalamalar sebebiyle akamete uğratıldı. Genç Osman ve Üçüncü Selim Hanın Yeniçeri isyanları neticesinde şehit edilmeleri; İkinci Mahmud (1808-1839) devrinde devletin karşılaştığı büyük gaileler; Sultan Abdülmecid (1839-1861) devrinde ise ıslahat hareketlerinin hüviyetinin değiştirilmesi ve Sultan Abdülaziz tahttan indirilip şehit edilmesinin altında yatan esas sebep buydu. Mesela Sultan Abdülaziz (1861-1876) devrinde alınan borçlarla dünyanın ikinci büyük donanması ve dördüncü büyük kara ordusu kuruldu. Alınan paraların yüzde dördü de demiryolu inşasına harcandı. Ordu ve donanması güçlenen Osmanlı Devleti, İngiltere’nin en büyük rakibi olunca; İngilizler, Abdülaziz'in şahsında sömürge imparatorluklarının, dünya hakimiyetlerinin yıkılışını görür gibi oldular. Bu ordu ve donanma, İngilizler tarafından çevrilen çeşitli entrikalar neticesinde Abdülaziz'in şehit edilmesine, Doksanüç Harbinin de ortaya çıkmasına yolaçtı. Bu harpte Osmanlı ordusu eridiği gibi, aynı orduya bir daha sahip olunamaması sebebiyle Mondros’a kadar gelindi. Abdülaziz Hanın ordu ve donanma için yaptığı borçlar anormal bir yekün teşkil etmemekle beraber, Doksanüç Harbinin getirdiği ekonomik ve askeri yıkımdan dolayı ödenmesinde çok büyük güçlüklerle karşılaşıldı.

Meşrutiyetin ilanında, azınlıklara eskisinden daha fazla haklar ve imtiyazlar vererek, bunların ve bunların hamiliğini üstlenmiş olan yabancı devletlerin dostluğunu kazanmak arzusu, önemli rol oynadı. Ancak bu durum, azınlıkların devlete daha çok bağlanması yerine bağımsızlık emellerini kuvvetlendirdi. Osmanlı Devletinin Hıristiyan tebeaya verdiği lütuf ve imtiyazların hak şeklini alarak geri verilmemesi, Avrupa devletlerinin şaşmaz politikası oldu. Osmanlı Devleti zayıfladıkça, yabancı devletlerin azınlıklar üzerindeki tahrik ve teşvikleri arttı. Öyle ki, son yüz yıllık devri adeta bir azınlıklar meselesi asrı olarak geçti. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan gayri müslimler, bugün birçok medeni devlette bulunan hürriyetten daha fazlasına sahiptiler. Ancak bunun yanında bazı mükellefiyetleri de vardı. Mesela cizye ve vergi verirlerdi. Devletin son zamanlarında karşılaştığı dahili meseleler adaletli ve istikrarlı bir idare sebebiyle değil, parçalanmasında menfaati olan yabancı devletlerin tahrik ve teşvikleri yüzündendir. Osmanlı azınlıkları üzerinde her devletin tespit edilmiş bir politikası vardı. Fransızlar, Katoliklerin; İngilizler, Protestanların; Ruslar, Ortodoksların hamiliğini üstlenmişlerdi. Katoliklik Fransızlarca, İkinci Mahmud devrinde, Protestanlık da 1850’de İngilizlerce resmi mezhep olarak tanıttırıldı. Rusya Balkanlarda, İngiltere Yunanistan ve Doğu Anadolu’da, Fransa, Suriye ve Lübnan’da bölücü faaliyetlere giriştiler. Hıristiyan azınlıkları ilk isyana sevk eden Çar Deli Petro’dur. Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu, Yukarı Mezopotamya’da açılan ABD, İngiliz ve Fransız okulları, azınlıkları eğiterek milliyetçilik hislerini canlandırdılar. Rusya, 1830’lardan itibaren Balkanlarda önemli bir nüfuz mücadelesine girişti. İngilizler 1870’lerde Midhat Paşanın Tuna Valiliği sırasında her il ve ilçede açtıkları konsolosluklar vasıtasıyla Balkan komitacılığını organize ettiler.

Osmanlı Devletinde meşrutiyet konusundaki ilk fikri faaliyetler, Genç Osmanlılar arasında başladı. Ebuzziya Tevfik, Ali Suavi, Namık Kemal, Agah Efendi, Ziya Paşa ve Şinasi gibi batı kültürüne sahip şahıslar, meşrutiyet gelince devletin bütün meselelerinin çözüleceğine dair bir inanç içindeydiler. Devletin, içinde bulunduğu durumdan Batı’daki gibi bir idare sistemini benimserse kurtulabileceğini zannediyorlardı. Batı’daki müesseseleri, kendi tarihi gelişimini göz önüne almadan tatbik etmek için çalışıyorlardı.

Bu sıralarda Mısırlı Prens Mustafa Fazıl Paşa, Sadrazam Fuad Paşa tarafından veraset haklarından mahrum edildiği için Paris’e kaçarak Osmanlı Devleti aleyhine çalışmalara başladı. Matbuat yoluyla meşrutiyet mücadelesine girişmiş olan Genç Osmanlılar Âli Paşanın baskıları neticesinde yurt dışına kaçarak Mustafa Fazıl Paşanın çevresinde toplandılar. Paris ve Londra’da çıkardıkları gazeteleri, mecmuaları, yabancı devletlerin özel postahaneleri vasıtasıyla yurda sokarak, meşrutiyetçi fikirleri yaymağa çalıştılar. Ancak Mustafa Fazıl Paşa, Sultan Abdülaziz Hanın Fransa seyahati sırasında padişahtan özür dileyerek kendisini affettirip İstanbul’a dönünce, desteksiz kalan Genç Osmanlılar, İngiltere ve Fransa tarafından finanse edilmeye başlandılar. 1860’lardan başlayarak günümüze gelinceye kadar yurt dışına kaçmak zorunda kalan bütün siyasi göçmen gruplarının müşterek hususiyeti, memleketleri aleyhine de olsa, yabancılar tarafından tasvip ve destek görmeleri oldu. Genç Osmanlılar ve Jön Türkler, kendileriyle benzer durumda bulunan İtalyan ve Rus ihtilalcilerinin bu açıdan gösterdikleri şahsiyet ve karakter nümunelerinden mahrum kaldılar.

Birinci Meşrutiyet, Genç Osmanlılardan çok, devlet yöneticilerinin çalışmaları neticesinde ilan edildi. Mütercim Rüşdi Paşa ile Serasker Hüseyin Avni Paşa, hükümdarın yetkilerinin sınırlandırılmasına taraftar olmakla birlikte meşrutiyete karşıydılar. Sadrazam Midhat Paşa ve Askeri Mektepler Nazırı Süleyman Paşa ise, meşrutiyet taraftarıydılar. Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilip, Beşinci Murad'ın yerine getirilmesi meşrutiyetçiler tarafından sevinçle karşılandı. Ancak Sultan Abdülaziz Hanın katledildiğini duyan Beşinci Murad Hanın sinirleri bozuldu. Bu sırada vukua gelen Çerkes Hasan Vak’ası ile Serasker Hüseyin Avni Paşanın öldürülmesi (Bkz. Hüseyin Avni Paşa), Midhat Paşa lehine önemli bir gelişme oldu. Osmanlı başşehrinde yaşanan bu karışıklıklar ve vahim olaylar arasında İkinci Abdülhamid'in 31 Ağustos 1876’da padişah oldu. 10 Eylül 1876’da okunan Cülus-ı Hatt-ı Hümayununla Kanun-ı Esasi’nin hazırlanması için Midhat Paşa başkanlığında bir komisyon teşekkül ettirildi. Midhat Paşanın meşrutiyet taraftarlığı İngiltere’ye olan hayranlığından ve ölünceye kadar sadarette kalmak istemesinden kaynaklanıyordu. Hiçbir devletin anayasasını tetkik etmediği gibi Meşrutiyet idaresi hakkında da esaslı bir fikir sahibi değildi. Başlıca arzusu kurulacak yeni rejimin mimarı olarak kendisini göstermek ve makam sahibi olmaktı.

Kanun-i Esasi; on altısı yüksek mülki memur, onu ulemadan, ikisi de Ferik (Orgeneral) rütbesinden asker olmak üzere yirmi sekiz kişilik bir komisyon (Bunların ikisi Hıristiyandı.) tarafından hazırlandı. Komisyonda Ziya Paşa ve Namık Kemal de vardır. Sadrazam ve bütün nazırların padişah tarafından tayin ve azli, padişaha karşı sorumluluğu prensibi eskiden de olduğu gibi Kanun-i Esasi’de aynen yer aldı. Osmanlı vatandaşlarının hakları, memuriyet, ayan ve mebusan meclislerinin işleyişi, illerin idaresi ayrı ayrı belirtildi. Heyet-i Vükelaya ( Bakanlar Kuruluna) kanun hükmünde kararname çıkarmak yetkisi verildi. Padişah istediği zaman meclisi toplayıp, dağıtabilmek hakkına sahipti. Kanun-ı Esasi, dar manada kuvvetler ayrılığı prensibine yer vermektedir. Yasama yetkisinin Meclis-i Umumi, yürütme yetkisinin Hey’et-i Vükela ile beraber kullanılmasına karşılık son söz yine Padişaha aitti.

Yüz kırk maddeden ibaret olan ön tasarıda Sadrazamlık makamı Başvekalet haline getirilip, nazırların seçimi de ona bırakılıyordu. Heyet-i Vükelayı parlamentoya karşı mesul tutarak Padişahlık makamını tamamen sembolik bir mevki haline getiriyordu. Taslakta yer alan ve her milletin kendi dillerini resmen kullanabileceklerine dair bir madde, Midhat Paşanın ısrarlı tutumuna rağmen kaldırılıp, Türkçenin resmi dil olduğu hakkında bir hüküm yer aldı. Padişaha, siyasi bakımdan mahzurlu görülenleri sürgün etme yetkisi veren 113. madde, bütün ısrarlara rağmen Midhat Paşa tarafından esas metne dahil edildi. Halbuki bu yetki Tanzimat Fermanı ile kaldırılmıştı, ancak tahta yeni geçen Sultan Abdülhamid Han, Midhat Paşayı ikna edemedi. Zira Midhat Paşa, ölene kadar iktidarda kalacağını zannediyordu. Böylece kendi rakiplerini ve muhalif olanları sürebilecekti. Midhat Paşa, Padişahın nüfuzunu ortadan kaldırmak için Kanun-ı Esasi’yi Avrupa’nın büyük devletlerinin müşterek kefaleti altına koydurmak istemişse de bu son derece dehşet verici madde çıkartıldı. Midhat Paşa, buna mani olamadığı için, Namık Kemal ve Ziya Paşa başta olmak üzere hayli tenkit edildi. Namık Kemal; “Biz böyle pejmürde bir anayasayı kabul etmeyiz. Taslak ya aynen kabul edilmeli veya meşrutiyetten vazgeçilmelidir.” diyordu.

O sırada toplanan Tersane Konferansındaki İngiliz delegesi ve Hindistan Valisi Lord Salisbury, yeni rejim hazırlığı için Babıali’yi tebrike geldi. Kanun-ı Esasi 23 Aralık 1876’da Çorluluzade Mahmud Celaleddin Paşa tarafından ulema, askeri erkan, eski ve yeni vekiller, azınlık cemaat reisleri önünde Bayezid Meydanında okundu. Toplar atılarak Kanun-ı Esasi ilan olundu. Hariciye Nazırı Safvet Paşa, yabancı devlet elçilerine Kanun-ı Esasi’yi izah etti.

Meşrutiyetin mimarı sayılan Midhat Paşa, meclisin açılışından önce, 5 Şubat 1876’da sözü geçen 113.maddeye dayanılarak sürgün edildi. Sadrazamlığı esnasında Bosna-Hersek eyaletinde başlayan Hıristiyan isyanını durdurmak için Türk bayrağındaki ay-yıldızın yanına haç ilave edilmesini emretmiş ve tatbik ettirmişti. Ancak isyan durmadığı gibi Müslümanlar da müteessir olmuşlardı. İktidar hırsıyla “Âl-i Osman olur da neden Âl-i Midhat olmasın!” diyerek Hıristiyan ve Müslüman gönüllülerden müteşekkil, kendi şahsına bağlı asker ocağı kurdurup, İstanbul sokaklarında nümayişler yaptırıyordu. Bunu duyan Namık Kemal ve Ziya Paşa onu desteklemekten vazgeçti. Padişahın aleyhinde çeşitli yerlerde ve huzurunda söylediği sözler neticesinde sabrı taşan Abdülhamid Han, İzzeddin Vapuruyla, yanına beş yüz altın vererek onu İtalya’ya gönderdi.

19 Mart 1877 senesinde Meclis-i Mebusan büyük bir merasimle açıldı. Darülfünun (Üniversite) için yapılan bina, ilk Osmanlı parlamentosuna tahsis edildi. Meclisi bizzat İkinci Abdülhamid Han açtı. Padişahın nutkunu Mabeyn Başkatibi Küçük Said Bey okudu. Mısır, Romanya, Sırbistan, Karadağ, Necd, Umman gibi kendi iç idarelerinde muhtar eyaletler dışındaki yerlerden milletvekilleri iki dereceli bir seçimle parlamentoya girdi. Ahmed Vefik Paşa, ilk Meclis Reisi oldu. Meclisin, hükumeti düşürme yetkisi yoktu. Birinci Meşrutiyetin Osmanlı parlamentosunda ana dili Türkçe olan milletvekili sayısı % 50’yi bulmuyordu. Rum, Bulgar, Romen, Ermeni, Yahudi, Sırp gibi gayri müslim milletvekilleri olduğu gibi, Müslüman fakat Türk olmayan ayrılıkçı milletvekilleri de vardı. Bunlardan Rum, Ermeni Patriki Narses, Rus Çarına başvurarak Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devletinin kurulması için yardım yapılmasını isteyebiliyordu. Türk milletvekilleri de müsbet bir icraat ortaya koyamıyorlardı. Bunun üzerine İkinci Abdülhamid Han, 13 Şubat 1878’de Meclis-i Mebusan’ı süresiz olarak tatil etti. Böylece, Birinci Meşrutiyet 1 yıl 1 ay 21 gün sürmüş oldu. Fakat Doksanüç Anayasası kaldırılmadı. Milletvekillerinin görevleri sona ermesine rağmen, ayan üyelerinin (senatörlerin) görevlerine son verilmedi. Âyan üyeleri, hayatları boyunca “Âyan Üyesi” ünvanını taşıdılar. Bunlardan üç kişi, 1908’e kadar hayatta kalabilmiş ve 1908 İkinci Meşrutiyet parlamentosuna dahil edilmişlerdi.

Meşrutiyetin ikinci defa ilan edilip süresiz tatile giren Meclis-i Mebusanın yeniden toplanması için ilk faaliyet İttihad-ı Osmani ismiyle birkaç kişi arasında kurulan bir cemiyet tarafından başlatıldı. Bu cemiyet daha sonra İttihat ve Terakki ismini aldı. 1885’te ismini duyuran cemiyetin fikirleri; Mülkiye, Harbiye ve Tıbbiye talebeleri arasında yayılmaya başladı. Hükumete ve Padişaha muhalif olan bu hareket, haber alınarak dağıtıldı. Sıkı şekilde takip edilmeye başlanınca cemiyet üyelerinin büyük bir kısmı yurt dışına kaçtı. Paris, Napoli, Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve dergilerde hükumet aleyhine, Meşrutiyetin ilanı lehine yazılar yazıp, bunları yurda gizlice sokmaya başladılar. Fransız İhtilalinin yüzüncü yıldönümünü kutlama merasimleri dolayısıyla Paris’e giden Ahmed Rıza da orada kalarak Jön Türk hareketinin liderliğini ele aldı. Çıkardığı Meşveret Gazetesi’nde ve saraya yazdığı layihalarda o da meşrutiyet, hürriyet kavramını işlemeye başladı. Ancak Jön Türklerin yurtdışı yayınları tenkit ve temennilerden ibaret kaldı. Osmanlı Devletinin sosyal ve ekonomik temellerine dair araştırma ve yayın faaliyetinde bulunamadılar.

Jön Türkler yurda döndüklerinde hiçbirisi tecrübe ve tetkik sahibi olmak hüviyetini taşımıyorlardı. Ülkenin ve çağın sosyal, siyasi şartlarından habersiz, gerekli fikir olgunluğundan mahrumdular.

İttihat ve Terakki Cemiyeti ilk kongresini 1902’de Paris’te yaptı. Kongreye İttihat ve Terakki üyeleri Prens Sabahaddin ve taraftarları, Sırp, Bulgar ve Ermeni komitacı reisleri katıldılar. Oy çokluğu ile alınan kararların en önemlileri Meşrutiyetin ilanı için iş birliği yapmak ve Osmanlı Devletinde milliyetlere göre mahalli muhtariyetlerin kurulmasını sağlamak gibi hususlar teşkil ediyordu. Ahmed Rıza ile Prens Sabahaddin arasında kongrede ortaya çıkan anlaşmazlık her ikisinin bir araya geldiği ilk ve son kongre olmasına sebep oldu.

Ahmed Rıza, Meşrutiyetin ilanı için yabancı devletlerin müdahalesi fikrini reddederken Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyetçi fikirleriyle meşhur Prens Sabahaddin bunu savunuyordu. Yine bu kongrede hatırat yazılmaması, bu işin teşekkül ettirilecek bir heyet tarafından yapılacağı karara bağlanmış ancak, bu heyet teşekkül ettirilmemiştir. Cemiyetin gizliliği prensip edinmesi ve heyetin de teşekkül ettirilmemesi sebebiyle 1908 öncesine ait İttihat Terakki hakkındaki belgelerin sayısı çok azdır. Almanya 1898’den itibaren Meşrutiyet idaresi için İttihat ve Terakki hareketine gizlice yardım etmeye başladı. İttihatçılar kendi aralarında İngiliz ve Alman yanlısı diye ikiye ayrılmaya başladılar. Fakat bu ihtilaf Meşrutiyete kadar pek önemli bir mesele olmadı.

Sultan İkinci Abdülhamid'in sarayda bir heyet teşekkül ettirerek, Türklerin hakimiyetinde olan bir meclis yapısına müsait yeni bir anayasa hazırlattırıp, tatbik ettirmeyi düşünüyordu. Ancak buna fırsat kalmadan dağa çıkan üçüncü ordu subaylarından, Enver ve Niyazi Beylerin başlattığı hareket sonucunda Ferizovik, Selanik ve Manastır’da 20 Temmuz 1908’de Meşrutiyet ilan edildi. Bunun üzerine Sultan Abdülhamid Han 23 Temmuz 1908’de Kanun-ı Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymak zorunda kaldı. Rumeli’de büyük gösterilerle ilan edilen Meşrutiyet, İstanbul gazetelerinde ehemmiyetsiz bir haber olarak yer aldı. Saraydan vilayetlere gönderilen bir emirname ile Kanun-ı Esasi’nin yürürlüğe girdiği belirtilerek Birinci Meşrutiyet meclisinin kabul ettiği seçim kanunu mucibince seçimlerin yapılarak mebusların İstanbul’a gelmesi istendi. İkinci Meşrutiyet bir fikir ve doktrin hareketi değildi. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu şartlara göre Meşrutiyet geldikten sonra ne yapılacağını kimse bilmiyordu ve tesbit etmek gereği de duyulmamıştır. İttihat ve Terakki hareketinin ise kendine ait bir lideri, programı ve fikri yoktu. Meşrutiyetten önceki gizliliğini sonra da devam ettirdiği için ortaya çıkan otorite boşluğu anarşi ve cinayetlere yol açtı. İttihatçılar yeni kurulan hükumette vazife almayıp, vaziyeti kontrol altında tutmaya çalıştılar. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın dönemine büyük bir tepki olarak eski rejimin adamları üç sene içinde tasfiye edildiler. Sultan İkinci Abdülhamid Han muhaliflerini maaşla merkezden uzaklaştırırken, İttihatçılar suikast tertipleyerek öldürmeye başladılar.

İkinci Meşrutiyetten bir şeyler bekleyenler, beklediklerini bulamadılar. İlan edilen umumi afla yurda dönen Jön Türkler ve dağlardan silahlarını bırakarak inen komitacıların da katıldığı sun’i kardeşlik havası fazla sürmedi. 17 Aralık 1908’de toplanan Meclis-i Mebusandaki azınlık mebusları ekseriyette olup, meclis, Birinci Meşrutiyet meclisi gibi azınlıkların mücadele sahası haline geldi. Balkanlarda, Osmanlı Devletine başkaldıran altı Bulgar çete reisi, Sandasky de dahil olmak üzere mebus seçildiler. Sason İsyanı tertipcilerinden Ermeni Komitası Reisi Hamporsam Boyacıyan ve Damadyan, Kozan Mebusu oldular. Balkan Harbinde dünya askerlik tarihinin en son kale müdafilerinden Hasan Rıza Paşayı İşkodra Muharebesinde arkadan vuran ve Sultan İkinci Abdülhamid Hanın hallini bildirmeye memur dört kişiden biri olan, Arnavut Draç Mebusu Esad Toptani ise meclisin ateşli hatipleri arasındaydı. 266 mebustan sadece 137’si Türk’tü.

31 Mart Vak’asından sonra Kanun-ı Esasi’de çok büyük değişiklikler yapılarak padişahın yasama ve yürütme yetkileri önemli ölçüde sınırlandırıldı. Veto yetkisi kaldırılarak, nazırlar parlamentoya karşı mesul duruma getirildi. Bundan sonra padişahlık makamı hilafet ve saltanatın kaldırılışına kadar sembolik yetkileri olan bir mevki haline geldi. Sultan Beşinci Mehmed Reşad, meşrutiyet rejimi içinde tahta geçip, bu dönemde ayrılan tek padişah oldu.
 
  Bugün 2 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol