Istanbul Efendisi Ardiyesi
  TÜRK HUKUK TARÎHiNDE AZINLIKLAR
 

TÜRK HUKUK TARÎHiNDE AZINLIKLAR

Doç. Dr. G. BOZKURT(*)

 Azınlıklar, bir ülkede yaşan ve birbirlerine müşterek ırk, dil, din, kültür bağlan ile bağlı olan ve kendilerini, o ülkede yaşayan çoğun­luğa nazaran bu bakımlardan farklı hisseden gruplardır. Azınlıklar tarih boyunca her zaman var olmuşlar, çoğunluğu teş­kil eden gruplarla birlikte aynı devletin vatandaşlığını taşımalarına rağmen çoğu zaman bazı haklardan mahrum bırakılmışlardır.Bu nedenle azınlıklar, haklardan yararlanmada çoğunluk guru­buyla eşitlik, din ve kültürlerini koruma konusunda özgürlük ve bezen da bağımsızlık istemişlerdir.

 Biz bu dersimizde Türk Hukuk Tarihinde azınlıklarla ilgili ge­lişimi, Tanzimat öncesi ve sonrası dönemde Osmanlı Devleti ve Tür­kiye Cumhuriyeti açılarından inceleyeceğiz. Ancak Osmanlı Dev­letinde, azınlıkların hukukî durumlarıyla ilgili olan düzenlemelerde siyasal olaylar büyük rol oynadığı ve bu konuyu siyasal olaylardan soyutlamak imkânsız olduğu için, sık sık dönemin siyasal olaylarına da değineceğiz.

 Osmanlı Devleti kurulurundan itibaren ve fetih politikasıyla giderek artan ölçüde, bünyesinde daima azınlık gurupları barındır­mıştır. Fethedilen ülkelerde yaşayan gayrimüslimlerin yanı sıra, yaşadıkları ülkelerde dinleri yüzünden gördükleri zulüm ve baskıdan kaçarak, kendilerine kucak açan Osmanlı Devleti'ne sığman milyon­larca Yahudi de bu topraklara yerleştirilmişlerdir. Osmanlı Padişah­ları, Fermanlarla yerel yöneticilere bu sığınmacıların ülkeye giriş ve yerleşmelerine karışılmamasını, iyi karşılanmalarını, tersine davrananların ölümle cezalandırılacaklarını belirterek, onları da Osmanlı tabası olarak korumaları altına almışlardır.

 Azınlıkların hukukî statüleri, yaladıkları ülkenin hukuk siste­miyle belirlenir. Osmanlı Devletinde de azınlıklar, ülkede uygulan­makta olan İslam Hukukuna uygun olarak, etnik kökenleri dikkate alınmadan, sadece mensup oldukları din veya mezhep esasına göre gururlandırılmışlardır. Bu nedenle Osmanlı halkı Türk, Rum, Bul­gar, Arap değil, Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi olarak ad­landırılmış ve bu gurupların her birine Fatih' den itibaren Arapça din veya mezhep anlamına gelen "Millet" adı verilmiştir. îslam mil­leti, Rum milleti, Yahudi milleti gibi.

 Osmanlılar fethedilen topraklarda yerleşmiş bulunan veya göç yoluyla gelen, farklı din ve kültüre mensup bu kişilere dinlerini mu­hafaza ederek devlet güvencesinde yaşama hakkı tanıdılar. "Zimmî" adı verilen bu gayrimüslim guruplar, yani Osmanlı azınlıkları, sosyal ve ekonomik ilişkilerini, îslam Hukuku tarafından belirlenen bir hu­kukî statü içinde sürdürdüler. Osmanlı Devleti azınlıkları çoğunlu­ğun içinde eritme politikası izlememiş, tam tersine, azınlıklar birbirinden çok farklı olan ve onları azınlık gurubuna sokan ayırıcı özellik­lerini koruyarak, yüzyıllarca yan yana, ama ayrı ayrı guruplar halinde yaşamışlardır. Bu sistem, Osmanlı azınlıklarının Fransız ihtilâlinden sonra yayılan milliyetçilik ilkelerinden çok çabuk etkilenmelerine de yol açmıştır.

 Osmanlı azınlık gurupları ile devletin Müslüman uyrukları ara­sında önemli hukukî statü farklılıkları vardır. Müslümanlara İslam hukuku ve örfî hukuk kuralları uygulanırken, azınlıklar özel hukuk alanında (yani kişi, aile, miras, borçlar, ticaret hukuku alanlarında) mensup oldukları toplulukların din ve sosyal yaşama ilişkin kuralla­rına ve Kamu hukuku alanında ise İslam Hukukunun Müslüman ol­mayanlar için koyduğu kurallara tâbi tutuluyorlardı. Yani azınlık ve çoğunluk farklı hukuk kurallarına uyruktular ve bunun nedeni dev­letin teokratik temellere dayanmasıydı. Yine aynı nedenle Osmanlı azınlıklarına bazı sosyal ve hukukî kısıtlamalar getirilirken, onlara bazı özel haklar da tanındığı da görülmektedir.

 Sosyal alandaki kısıt­lamalara verilebilecek en önemli örnekler şunlardır: Genellikle kendi mahallelerinde yan yana guruplar halinde ya­şayan azınlıkların, Müslümanlarca kutsal sayılan bazı bölgelerde (Eyüp Sultan Türbesi civarında veya camilere bitişik binalarda) oturmaları yasaklanmıştı. Evleri Müslümanlarınkinden renk ve yükseklik olarak da fark­lıydı. Fermanlarla, inşa edilecek evlerin yüksekliği saptanırken Müs­lümanlar için daha yüksek, azınlıklar için daha alçak bir sınır kon­muştu. III. Selim bir fermanıyla azınlık evlerinin siyaha boyanma­sını, böylece onların evlerinin belli olmasını istemişti. Fermana göre, bu evlerin Müslüman evlerine bakan pencereleri de olmayacaktı.

 Azınlıkların giyimleri konusunda da fermanlarla kısıtlamalar getirilmişti. Farklı renkten ve kumaştan elbise giyip, başlık takarlar­dı, ipek kumaştan elbise ve kürk giymeleri ekonomik nedenlerle ya­saklanmıştı. Onların bu kumaşları kullanmalarını yasaklayan fer­manlarda, "gayrimüslimlerin bu mallara taleplerinin fazla oluşunun bu kumaşların fiyatını arttırdığı" yazılıydı.

Hamamlarda farklı renk havlu alır, takunya giymezlerdi. Ayrı­ca izinsiz olarak ata binmeleri ve silâh taşımaları da yasaklanmıştı. Aynı yasak nedeniyle askerlik hizmetine de alınmazlardı. Askerlik hizmetinden muafiyetleri nedeniyle cizye adı verilen bir vergiyi öde­mek zorundaydılar. Sosyal alandaki bu kısıtlamalara karşın, vicdan hürriyetleri tam­dı.  Dinî binalarına, mezarlıklarına, vakıflarına karışılmazdı. İbadet hürriyetlerine ise müslümanları rahatsız etmemeleri için çan çalma yasağı gibi bazı kısıtlamalar konmuştu.

 Hukukî alandaki kısıtlamalara gelince: En önemli kısıtlama, kamu hizmetlerine alınmamalarıdır. Osmanlı Devletinde sadece müs­lüman olanlar kamu hizmetine girebilirlerdi. Diğer ana kısıtlamalar ise, Usul Hukuku açısından; mahkeme­lerde müslümanlar aleyhine tanıklık edememeleri ve Aile hukuku açısından; Müslüman kadınlarla evlenme yasağıdır. Miras Hukuku

alanında da farklı dinden olanların birbirlerine mirasçı olamamaları kuralı vardır. Ceza Hukuku alanında ise, azınlıklar açısından müslümanlarla tam bir eşitlik söz konusudur. Üstelik Osmanlı Ceza Hukukunda, islam Hukukunda olmayan bir de ilginç kuralla karşılaşıyoruz: Suç

işleyen bir gayrimüslime, aynı suçu işleyen müslümana verilen cezanın yarısı verilmektedir.

 Osmanlı azınlıkları, kendi işlerinde dinî kuruluşları tarafından ve mensup oldukları dinin hükümlerine bağlı kalınarak hiyerarşik olarak örgütlenmişlerdi. Her milletin başında kendi cemaatlerince se­çilen, devletçe onaylanan birer dinî şef bulunurdu. Dinî şefler ömür boyu kaydıyla makamlarında otururlar, vatana ihanet etmedikçe veya kendi topluluklarının kurallarına aykırı davranmadıkça görev­lerinden alınmazlardı. Topluluğun mallarını, eğitim işlerini yönetir, cemaatin özel hukuk işlerini çözümlerlerdi.

 Cemaat şefleri dinî, malî, hukukî işlerde gerekli giderleri karşı­lamak üzere cemaatlerinden vergi toplarlardı. Bu konuda aşırıya kaçmamaları ise devletçe denetlenirdi. Azınlıkların özel hukuka iliş­kin meselelerinden doğan davaları patrikhanelerde kurulan cemaat mahkemeleri görür ve gereği Osmanlı Devletinin icra memurlarınca yerine getirilirdi. Dilerlerse bu çekişmeleri kadı önüne de götürebilir­lerdi.

 Tanzimat öncesi dönemde geçerli olan bu kurallar, Tanzimat Fermanı'nın 1839 yılında ilânı ile değişime uğramış ve din kıstasına dayanan "millet" sistemi kaldırılarak, yerine "Osmanlı vatandaşı" kavramı konmuş; hukukî statü farklılıklarına son verilerek, azınlıklar için ön görülmüş ve uygulanmakta olan tüm sosyal ve hukukî kısıt­lamaların kaldırılması amaçlanmıştır. Bu fermanla teokratik Osmanlı Devletinde din kavramı hukuk için bir kıstas olmaktan çıkartılıyor, Osmanlı topraklarında yaşayan herkesin, fark gözetilmeksizin aynı hak ve güvencelerden yararlanacakları, aynı mükellefiyetlere tabî olacakları ilk kez bir pozitif hukuk kuralı olarak saptanıyordu. Yani tek, ortak bir hukuk sisteminin, azınlık çoğunluk ayırımı yapılmaksı­zın, Osmanlı topraklarında yaşayan herkese uygulanması amaçlanıyor­du.

 Bu nedenle Batıdan kanunlar alındı. Kamu hizmetine girme yasağı kaldırıldı. Eyalet ve sancak merkezlerinde kurulan meclislerde müslümanlarla eşit sayıda azınlık temsilcisi bulundurulmaya başlandı. İdarî meclislerin yanı sıra, Batıdan alman ticaret, deniz ticareti, ceza, hukuk ve ceza usul Kanunlarını uygulamak üzere kurulan nizami­ye mahkemelerinde azınlık üyeler yer alırken ülkede uygulanacak kanun ve tüzük tasarılarını hazırlayacak Şuray-ı Devlet'e de azınlık temsilcileri alınarak, yasama işlerine katılmaları sağlandı. Artık askerî okullar dahil, tüm okullara kabul ediliyorlardı. .Azınlıklardan farklı isim altında vergi alınmasını öngören şer'i kurallar da kaldırılıyordu. Sadece azınlıklarla ilgili olarak çıkartılan 1856 Islahat Ferma­nında ise, bir yandan uyruklar arasında fark olmadığı vurgulanıyor, bir yandan da azınlıkların eski ayrıcalıkları teyit ediliyordu.

 Islahat Fermanıyla Cemaat şeflerinin yetkilerinin sadece dinî olduğu belirtilerek, dünyevî yetkileri ellerinden alındı. Cemaatlerin yönetimi din adamlarından ve laik kişilerden oluşan meclislere bıra­kıldı. Böylece azınlıklara, dinî şeflerinin yüzyıllardır süren, bazen keyfiliğe kadar varan kesin otoritesinden sıyrılarak, kendi cemaatleri­nin yönetimine katılma hakkı verildi. Bu fermanın çıkartılmasındaki amaç azınlıkları müslümanlarla hak ve görevlerde eşit kılmaktı. An­cak azınlıklar askerlik görevininde eşitlik gereği olduğunun hatırlatılmasından hiç memnun kalmadılar. Dinî şefler ise eski ayrıcalıkları­nın ve dünyevî yetkilerinin ellerinden alınmasına büyük tepki gös­terdiler. Kendilerini Yahudilerden üstün sayan Hıristiyanlar hoşnut­suzluklarını şu cümlelerle belirttiler: "Devlet bizi Yahudilerle bir etti. Biz İslamın üstünlüğüne razı idik". Bu cümleden, Osmanlı azın­lıklarını oluşturan Hıristiyan ve Yahudi guruplar arasındaki büyük çekişme de açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim, bu iki dinî gurup ara­sındaki anlaşmazlıklar zaman zaman toplu öldürme olaylarına yol açmış, Osmanlı Devleti bu gibi durumlarda hakem rolünü üstlenmiştir. Bu konudaki en ilginç örnek, Hıristiyanların kan iftirası atarak, yahudileri toplu olarak öldürmeleri üzerine Abdülmecid'in yayınladığı fermandır. Fermanda şunlar yazılıdır: "Yahudiler yeni kanunlara göre yargılanmış ve suçsuzluklarını kanıtlamışlardır. Adalet ve eşit­lik bunu gerektirmektedir. Yahudi halkına gerçekle ilgisiz suçlamalar yönetilmesine izin verilemez. Onlar da diğer milletlerle aynı hak ve ayrıcalıklardan yararlanırlar. Yahudi milleti korunacak ve müdafaa edilecektir."

 Islahat Fermanında azınlıkların ayrıcalıklarının yinelenmesi ve kişi, aile, miras hukuku alanlarında azınlıkların ve müslumanların dinî hukuklarının uygulanmaya devam edişi, amaçlanan hukukî eşitliğin gerçekleştirilmesini imkânsız kılmıştır.. 1864 Tabiiyet Nizamnamesi'nden 1876 Anayasası'na kadar, çıkartılan tüm hukukî düzen­lemelerde "Osmanlı tabiiyetinde bulunan herkes, hangi din ve mez­hepten olursa olsun, istisnasız Osmanlı tâbir olunur" denilerek uy­rukluk kavramı ve uyruklar arasında fark gözetilmediği vurgulanıyor, bir yandan da azınlıkların iç yönetimlerini düzenleyecek nizamna­meler çıkartılıyordu. Her milletin kendi komisyonlarınca hazırla­nan bu nizamnameler Babıâli tarafından onaylanarak yürürlüğe gir­di. Rum Patrikliği Nizamnamesi 1862'de, Ermeni Gregoryan Ni­zamnamesi 1863'de, Yahudi Nizamnamesi 1865'de kabul edildi. Bu düzenlemeler, Osmanlı azınlıklarının "ayrıcalıklı guruplar olma" özelliklerini sürdürmelerine büyük ölçüde yardımcı oldular. Öte yandan, Batılı ülkeler de onların milliyetçilik bilinçlerini kazanmaları ve bağımsızlıklarına giden yoldaki engelleri kaldırma konusunda bü­yük çaba gösterdiler ve Osmanlı azınlık hukukuna ve politikasına sürekli müdahale ettiler. Azınlıklar da Avrupa devletlerinin onlara olan sempatilerini hemen fark ettiler ve ustaca kullandılar. Reformist Osmanlı devlet adamları azınlıklara sürekli yeni hak­lar tanıyarak, onların Büyük devletlere yönelmelerini engellemeye çalıştılar. Ancak, hesaba katılmayan nokta, Büyük devletlerin Osman­lı toprakları üzerindeki sınırsız politik ihtirasları ve Osmanlı devletini parçalamak için azınlıkları kullanmalarıydı. Batılı ülkeler bir yandan Osmanlı azınlıklarının hukukî statülerinde reform isterken, bir yan­dan da, Osmanlı Devletinin kapitülasyonlarla yabancılara tanımış olduğu hakları 'berat' adı verilen belgelerle her yıl yüz binlerce Osmanlı azınlığına da tanıdılar. Böylece milyonlarca kişi, Osmanlı kanunlarına tâbi olmaktan çıkartıldı. Askerlik yapmadılar, vergi vermediler, işle­dikleri adî ve siyasî suçlardan sorumlu tutulamadılar. Osmanlı Dev­leti onları takip edemedi, yargılayamadı.

 Azınlıkları korumaları altına aldıklarını ilân ve iddia eden bu ülkelerin, Osmanlı vatandaşlarına farklı statü kazandırmasını engelle­mek için iç hukuk alanında zorunlu düzenlemelere gidildi. Ancak Devlet, azınlıklar konusunda iç ve dış hukuktan doğan haklarını ken­di topraklarında savunup uygulamakta büyük güçlüklerle karşılaştı. Üstelik birbirinden çok farklı kökenlere dayanan hukuk kurallarını uygulayan mahkemeler arasında çok önemli yetki-görev çatışmaları ortaya çıktı. Kapitülasyonlar gereği çalışan konsolosluk mahkemeleri, cemaat mahkemeleri, şer'î mahkemeler ve Batı'dan alman kanunları uygulayan nizamiye mahkemeleri yan yana çalışarak, devlette hukuk birliğini sağlamayı tamamen imkânsız hale getirdi. Böylece, yüzyıl­larca yan yana, ama farklı hukukî statüde yaşamış Osmanlı çoğunluğu ve azınlıklarını Tanzimat'ın getirdiği eşitlik ilkesiyle Osmanlılık fikri etrafında toplamak ve devleti bölünmekten kurtarmak hep bir hayal­den ibaret kaldı.

 Azınlıklar ulusal bağımsızlık isteyen guruplar halinde birbiri ardı sıra bağımsız devletler kurdular. Ancak Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı sırasında bile, azınlıkların hukukî statüleriyle ilgili çalışmala­rını sürdürdü. Osmanlı Devleti savaşa katıldıktan sonra, bir yandan azınlıklar tarafından Osmanlı egemenliğinden kaçma yolu olarak kullanılan ka­pitülasyonları kaldırdığım açıklıyor, bir yandan da îtilâf devletlerine ait yabancı eğitim kurumlarına el koyuyordu. Bu kurumlan devralmak isteyen "dost ve müttefik" Almanya'ya Maarif Nazın Şükrü Bey şu cevabı veriyordu: "Osmanlı hükümetinin amacı dinsel eğitimden lâik eğitime geçmektir. Bu nedenle dinsel cemaatlerin okul açmaları­na artık izin verilmeyecektir".

 Yine Almanya, kapitülasyonları kal­dırma isteğimizi reddederken, Osmanlı Devletinden Osmanlı azın­lıklarının hayatı, hürriyetleri ve dinî serbestîleri için güvence isteyebilmişti. 18 Ocak 1915 tarihli bir Alman raporu ise Almanya'nın bu insancıl isteğinin arka yüzünü bize açıkça göstermektedir: Raporda, "kapitülasyonların kaldırılmasının Alman kurumları için ağır darbe olacağı, çünkü imtiyazlarla birlikte tüm kurumları Türklere devret­mek zorunda kalacakları" yazılıdır.

Savaş sırasında, azınlıklarla ilgili iki ana düzenleme yapıldı: 1916 tarihli Ermeni Nizamnamesi ve 1917 Hukuk-u Aile Kararna­mesi. 1916 tarihli Ermeni Patrikliği Nizamnamesiyle Patriğin, ruhanî meclis ve karışık meclisin yetkileri, dinî ve sosyal kurumlarının yöne­timi ve harcamaları belirleniyordu. II Ağustos 1916 tarihli Tanin Gazetesi ise, "azınlıkların iç yönetimlerini düzenleyen nizamnamelere karşı çıkarken, bu nizamnamelerle azınlıklara tanınan haklarla, azınlık meclislerinin birer siyasî kuruluş olarak çalışmaya başladıklarını" belirtiyor ve Hükümeti, "azınlıkları devlete karşı örgütlendirmekle" suçluyordu.

 1917 Hukuk-u Aile Kararnamesi'nde ise, devletin tüm uyrukları için geçerli ortak özel hukuk kuralları yerine, her bir din gurubu için ayrı ayrı kendi dinî hukuk kurallarının düzenlendiğini görü­yoruz. Yani vatandaşlık kıstasını yerleştirme çabalarına rağmen, hukukta din farklılığı nedeniyle ikilik vardır ve bu durum laik Türk devletinin kuruluşuna kadar sürecektir. Hukuk-u Aile Kararnamesi' nin 19 Haziran 1919'da İstanbul'daki işgal kuvvetleri yüksek komiserliğince lağvı da azınlık hukuku ile ilgili çalışmaların Batılı devlet­lerce ve bu düzenlemeleri kendi imtiyazlarına müdahale olarak gören azınlıklarca ne kadar olumsuz karşılandığını gösteren iyi bir örnek­tir.

 Şu halde Azınlıklar meselesi tarihte benzeri görülmemiş şekilde, bir devleti parçalamak için silâh olarak kullanılmıştır. Büyük devlet­ler, Osmanlı azınlıklarının önce hukukî statülerini, sonra da egemen­lik haklarını bahane ederek, Osmanlı Devleti üzerinde şu sırayı takip eden bir siyaset izlediler: I. Dünya Savaşı sırasındaki gizli anlaşma­lar, tüm ülkenin işgaline yol açan Mondros Ateşkesi ve nihayet Sevres barışı. Bütün bu uğraşların temel nedeni ise, üzerinde Osmanlı devletinin, bugün de Türkiye Cumhuriyetinin kurulmuş olduğu top­rakların Jeopolitik önemidir.

 Osmanlı Devleti'nin azınlıklarla ilgili, yukarda belirttiğimiz iç hukuk düzenlemelerinin yanı sıra, devletler hukuku alanında da imza koyduğu çeşitli anlaşmalarda azınlıklarla ilgili hükümler bulunmak­tadır. Dünyanın her tarafında, her dönemde çeşitli azınlık gurupların varlığına rağmen, azınlıkların milletlerarası alanda korunmaları ye­nidir ve azınlıkların korunması konusundaki en geniş düzenlemeler, 19.yy.da, yine Osmanlı Devleti ile ilgili olarak kabul edilmiştir. Yunanistan'ın Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılarak bağımsız bir Dev­let oluşunu düzenleyen 1830 Londra Protokolünde, Yunanistan'a bırakılan topraklarda kalan müslümanlarla ilgili hükümler, azınlıklar konusunda uluslararası anlaşmalarda görülen ilk örneklerdendir. Os­manlı azınlıklarının milletlerarası alanda himayesine gelince, gayri­müslim Osmanlı azınlıklarının müslümanlarla eşitliğini öngören Is­lahat Fermanı, 1856 Paris Barış Anlaşması ile de teyit edilmiştir.

 1878 Berlin Anlaşması'nda Osmanlı Devletinde yaşayan gayrimüslim azınlığın haklarının korunmasına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Bilindiği gibi bu anlaşma, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının so­nunda imzalanan Ayastefanos ön barışının ağır şartlarını değiştirebil­mek için Kıbrıs'ın idaresini İngiltere'ye devrettiğimiz anlaşmadır. Bu anlaşmada Batılı ülke temsilcilerinin baskısıyla Osmanlı azınlıklarına verilen hakları Ermeniler şöyle değerlendirmişlerdir: "Berlin Anlaş­masıyla biz bir altın madeni kazandık. Bu altını çıkarmaya uğraşa­cak olanlar da yine bizleriz". Bu sözler, devletlerarası anlaşmalarda azınlıkların hakları konusunda Osmanlı devletinin kabul etmek zo­runda kaldığı taahhütlerin verdiği noktayı açıkça göstermektedir.

 Benzer hükümler, Balkan Savaşları sonunda yapılan barış anlaşma­larında da vardır. I. Dünya Savaşı sonunda haritalarda büyük değişiklikler olunca Avrupa'da azınlıkların korunması sorunu büyük önem kazandı ve savaşı bitiren anlaşmalarda azınlıkların korunması ile ilgili hüküm­lere yer verildi. Bu arada, yenik düşmüş Osmanlı Devleti için Savaş'ı bitiren Sevres Anlaşması'na da azınlıklarla ilgili özel bir bölüm kondu: Sevres Anlaşması'nın IV. Bölümünde 140-151. maddeleri ara­sında azınlıklara çok geniş imtiyazlar tanınıyordu. Osmanlı Devleti bu maddelere ilişkin olarak, ne fermanlarla ne de diğer yasal düzenlemelerle hiç bir değişiklik yapmayacaktı. Anlaşma'da Osmanlı Dev­letinde 1 Kasım 1914'den beri bir tedhiş rejiminin (terrorist regime) geçerli olduğu, din değiştirip müslüman olan azınlıkların artık özgür­lüklerine kavuştukları için daha önceki din değişikliklerinin tanınma­yacağı gibi inanılmaz, kabul edilemez ve Osmanlı Devleti'ni hiç hak etmediği suçlamalar (terör rejimi, din baskısı gibi) altına sokan hü­kümler vardı. Osmanlı Devleti Hıristiyan ve Yahudi uyruklarına sal­dırı sayılabilecek bir eylemi yapmamayı da kabul etmişti. Bu hüküm­lerin yerine getirilmesini güvence altına almak için ne gibi önlemler alınacağını Milletler Cemiyeti Konseyi ve İtilâf Devletleri birlikte saptayacaklardı. Osmanlı Hükümeti bu konuda alınacak tüm ka­rarları önceden kabul ettiğini bildiriyordu.

Türk
halkını köleleştirmeyi öngören, Devleti, "bağımsızlık" unsurunu elinden alarak yok eden Sevres Anlaşması'nı, Anadolu'da dört ay önce kurulmuş TBMM Hükümeti tanımadı ve Anlaşma'yı imzalayanları vatan haini ilân etti. Büyük Atatürk önderliğinde sür­dürülen Kurtuluş Savaşı zaferle bitti ve 24 Temmuz 1923'de Lozan Anlaşması imzalandı. Bugün Türkiye'ye azınlıklar konusunda yü­kümlülükler getiren anlaşma, Lozan Barış Anlaşması'dır. Anlaşma öncesi müzakerelerde azınlıklar konusundaki münakaşalar uzun za­man almıştır, ismet Paşa tartışmalar sırasında özellikle şu iki konu üzerinde durmuştur:

 1- Azınlık haklarının karşılıklılığı, 2) Azınlıkların korunmasının Türkiye'nin varlık ve bütünlüğüne karşı saldırılarda bulunmak için bir bahane olarak kullanılmaması. Osmanlı Devletinin çöküş döne­minde yaşanan tecrübeler, bu konuda Atatürk ve İsmet Paşa'nın gösterdikleri aşırı hassasiyetin nedeniydi. Nitekim 20. yy. da azınlıklarla ilgili düzenlemelerde azınlıkların çoğunluğu teşkil eden grup içinde ezilmemelerinin yanı sıra; bu gurupların bağımsızlıklarına kavuşmak için siyasî faaliyetlerde bulunmalarının önlenmesi de aynı derecede önem kazanmıştır.

 Kapitülasyonları da tamamen kaldıran Lozan Anlaşmasının 38.-58. maddeleri arasında Türkiye’ deki azınlıkların hakları düzen­lenmiştir. Anlaşmanın hükümlerine göre, Türkiye'deki Azınlıklar gayrimüslim azınlıklardır. Yani Türkiye Cumhuriyetinde de Osman­lı Devletinde olduğu gibi, azınlık statüsü tanımada yalnız din kıstası ele alınmıştır. Rum, Musevi, Ermeni, Nesturi, ve Bulgarlardan söz edilmiştir. Müslümanlar öngörülen azınlık rejimi dışındadırlar.

Bu anlaşma ile, Türkiye'deki azınlıkların,

— Hayat ve özgürlüklerinin korunması,

Türk vatandaşlığını kazanmaları,

— Siyasi ve medenî haklardan eşit olarak yararlanmaları ve Nüfuslarının toplu halde, bulunduğu yerlerde kendi dilleriyle eğitim yapmak için okul açma hakları güvence altına alınmıştır.

 Lozan Anlaşması'na göre, Azınlıklar, Aile Hukuku ve ahkâmı şahsiye konusunda kendi örf ve adetlerinin icrasında serbest olacak­lardı. Ancak 1925 yılında önce Yahudiler, sonra Ermeniler Adalet Bakanlığına başvurarak böyle bir ayrıcalığa gerek duymadıklarını açıklamışlar, 1926 yılında Medeni Kanunumuzun kabulü ile de, bu kanuna tâbi olmaya başlamışlardır.

 Lozan Anlaşmasının azınlıklara ilişkin bu hükümleri, Anlaşmanın diğer hükümleri gibi, herhangi bir ulusal ya da uluslararası bir yasa veya işlemle değiştirilemez. Öte yandan, azınlıkların tespitinde din farkı ölçü olarak alınırken, Türk Hukukunda din ve ırk kavramlarıyla "vatandaşlık" arasında bir ilişki kurulmamıştır ki bu da çağdaş dü­zenlemelere uygundur. Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, ırk ve din farkı olmaksızın Türk’tür. Tüm vatandaşlar Anayasa Hukuku (siyasi haklar) İdare Hukuku (Kamu yönetiminde görev alabilme), Ceza Hukuku (uyruğun geri verilmemesi ilkesi) ve Devlet­ler Umumi Hukuku bakımından Türk vatandaşlarına tanınan her haktan (azınlıklar için ele hiç bir istisna tanınmaksızın) eşit olarak yararlanırlar.

 II. Dünya Savaşından sonraki yılarda "insan haklan" konusunda izlenen gelişmeler, azınlıkların ayrı bir biçimde korunmasını büyük ölçüde gereksiz kılmıştır. Azınlıkların sorunları bu kez "insan hakları­nın korunması" çerçevesinde ve özellikle "ayırım gözetmenin yasak­lanması” yoluyla ele alınmaya başlanmıştır. Azınlık haklarını koru­mak, onlara özel imtiyazlar tanıyarak değil, ayırım gözetici davra­nışları yasaklayarak gerçekleştirilmektedir. Günümüzde insan haklarının korunması dışında, uluslararası düzeyde ortak hukuk kural­larıyla düzenlenmiş bir azınlık rejimi yoktur. Bir ülkede geçerli olan azınlık rejimini o ülkenin tâbi olduğu hukuk kurallarının belirleyeceği kabul edilmiştir. Azınlık rejiminde amaç, eşitliği sağlamak, ayırım göz etmemek ve azınlığın çoğunluktan farklı olan özelliklerini sürdürebilmesine olanak tanımaktır. Bu haklara karşılık, azınlıkların da uy­rukluğunu taşıdıkları devlete bağlılık göstermeleri, kesin bir sadakat borcu altında bulundukları da kabul edilmektedir. II. Dünya sava­şından sonra imzalanan anlaşmalara, savaş öncesi anlaşmalardan fark­lı olarak, bu konuda da hükümler konmakta, azınlığa mensup kişile­rin, toplumlarına ve devletlerine karşı görevleri de sıralanmakta­

dır.

 Türk Hukuk Tarihindeki gelişmelere kısaca göz atmak, bizi Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti için ortak olan şu sonuca götürmektedir: Azınlıkların hukukî durumları, Osmanlı Devleti'nin dayandığı teokratik ve Türkiye Cumhuriyeti'nin dayandığı demok­ratik ve lâik iç hukuk ilkeleriyle ve kendi dönemlerinin çağdaş ulus­lararası hukuk kurallarıyla tam bir uygunluk içerisinde düzenlenmiş­tir.

 (*)

5.11.1992'de, A.Ü. Hukuk Fakültesi'nin geleneksel açılış dersi olarak sunduğumuz

bu metnin hazırlanması sırasında temel olarak "İngiliz - Alman Belgelerinin ve Siya­

sal Olayların Işığı Altında Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu",

(Ankara, 1989) adlı kitabımızdan, Hüseyin Pazarcı' nın Uluslararası Hukuk Ders­

leri (Ankara, 1989, C. II) kitabından ve Bonn'daki (Ausvvârtiges Amt) Alman Dış­

işleri Bakanlığı Arşivi'ndeki özgün belgelerden yararlandık.

 
 
  Bugün 36 ziyaretçi (47 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol