Istanbul Efendisi Ardiyesi
  Devlet Yönetiminde Toplumsal Örgütlenme
 
TANZİMAT SONRASI OSMANLI DEVLET YÖNETİMİNDE TOPLUMSAL ÖRGÜTLENMEYE BAKIŞ
Doç. Dr. İlyas DOĞAN·


I-TANZİMAT SONRASI GELENEKSEL TOPLUMUN ÇÖZÜLMESİ VE YENİ ÖRGÜTLENME ANLAYIŞI

A-ESKİ-YENİ AYRILIĞI

Tanzimat öncesi dönemde gerçekleştirilen yeniliklerin temel özelliği, Osmanlı Devletinin geleneksel kurumlarını revize ederek yeniden canlandırma yerine, Batı’ya yönelme eğiliminin ortaya çıkmış olmasıdır. 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan Batı’ya yönelme eğilimiyle birlikte iki yeni düşünce öne çıkmıştı. Bunlardan birincisi, merkezi otoritenin gücünü modern yöntemlere göre yetiştirilmiş ve teknik donanıma sahip bir ordu ile desteklemekti. İkinci eğilim ise bunun gerçekleşmesi için teknolojik ve ekonomik kalkınmanın zorunlu olduğuna duyulan inançtı.  Osmanlı yenileşme ve modernleşme hareketlerinin temelinde yer alan bu iki fikrin -yani gerek modern bir ordu, gerekse teknolojik kalkınmanın da gerçekleştirilmesiyle varılmak istenen hedef- temel amacı, devletin güçlendirilmesiydi. Devletin kaybolma yolundaki gücünün yeniden canlandırılması, yenileşme girişimlerinin ana hedefiydi. Özellikle 19. yüzyıl boyunca gerçekleştirilen köklü reformlar aracılığı ile Batının idari, siyasi, eğitim ve hukuk alanlarındaki kurum ve organizasyonları Osmanlı devletine adaptasyon yoluyla aktarılmak istenmiştir [1] .

Tanzimat, Türk siyasal tarihinde modernleşme yönünde bir tercihin açıkça belli olmasını temsil etmesi nedeniyle önem taşır. Osmanlı siyasal sisteminde Tanzimat’la birlikte ivme kazanan modernleşme girişimleri iki önemli gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Bu gelişmelerden ilki idari ve askeri alanda girişilen reformlarla zayıflayan merkezi otoritenin yeniden güçlendirilmesi yönündeki reformlardır. Böyle bir gelişme aynı zamanda sivil toplumu denetim altına almayı kolaylaştırıcı rol oynar. İkinci olarak Tanzimat Fermanıyla başlayan temel hak ve özgürlüklere yazılı anayasal belgelerde yer verilmesi anlayışı Batıdakine benzer sivil toplum öğelerinin tohumlarını da taşımaktaydı. Çünkü çoğulcu toplumun belirleyici özelliği insan haklarının siyasal otorite karşısında belirli teminatlara kavuşması süreci Tanzimat fermanlarıyla beraber başlamıştır. Hakların yazılı belgelerle garanti altına alınması çabaları meşrutiyet yönetimine geçmekle beraber anayasanın toplumsal yaşamın bir parçası haline gelmesini sağlamıştır.

Osmanlı Devleti’nin Batı karşısındaki konumu hakkında, yönetimler katında varolan kendini tanımlayış biçimi, 17. yüzyıl sonlarında başlayan askeri yenilgilere ve toprak kayıplarına rağmen uzunca bir süre dünya devleti olma düşüncesinin yarattığı bir üstünlük duygusu ile betimlenmişti. Bu nedenle, askeri yenilgileri ve bunların sonucunda ortaya çıkan toprak kayıplarını, Batı’nın her yönüyle üstün bir toplum olduğu gerçeğini kabul etmekle değil, sadece askeri ve teknik unsurlar açısından değerlendirilen bir üstünlüğe bağlamak oldukça doğal görünüyordu. Nitekim, Osmanlı Devleti’ndeki ilk reform ve yenileşme girişimleri genel olarak askeri ve ona yönelik teknik bilgilerin Batı’dan alınmasını hedeflemiştir. Böylece “düşman” olarak nitelenen Avrupa devletleriyle yeniden rekabet etmek mümkün olacaktı [2] .

Tanzimat’la beraber eski ile yeni arasında bir ikilik doğmuştur. Bu ikilik Osmanlı toplumunun daha doğrusu devletin nasıl bir hedefe yönelmesi gerektiği konusundaydı. Tanzimat’la beraber geleneksel kurumlar ve yöntemler yerine modernlerinin ikame edilmesi gerektiği düşüncesi gittikçe ağırlık kazanmıştır. Bu düşüncenin gerçekleştirilmesinde ortaya çıkan yeni asker ve sivil bürokratlar öncü rol üstlenmişlerdir. Bu arayışlar  ışığında Tanzimat sonrasında “merkezi iktidarın toplumu bütün yönleriyle denetleyebildiği otokratik ve merkezileşmiş bir yeni sistem” oluşmuştur. Bu yeni sistem aydın-bürokratlar öncülüğünde hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Bu açıdan bakıldığında Jön Türk düşüncesi [3] ve Cumhuriyet aydınları arasında bir sürekliliğin olduğunu kabul etmek gerekir.

B-TANZİMAT DÖNEMİNDE SİVİL ÖRGÜTLENMENİN İZLEDİĞİ İNİŞ VE ÇIKIŞLAR

Bireyin içerisinde yaşadığı sosyo-politik ortamı; birincisi bireyin mahremiyetinin gizli olduğu özel yaşam alanı, diğeri ise toplumun bütününün birbiriyle alış-verişi ve etkileşiminden oluşan kamusal alan biçiminde ikiye ayırarak irdelemek mümkündür [4] . Siyasal hayatımızda bireysel girişimle ortaya çıkan olgu ve kurumların geçmişi, köylü ayaklanmalarını ve Osmanlı başkentindeki ayaklanmaları bir kenara bırakırsak, 19. yüzyılın ortasına kadar uzanmaktadır. Nitekim öğretide ülkemizdeki modern anlamda sivil toplum örgütlenmelerinin başlangıcı olarak modernleşmenin ivme kazandığı 19. yüzyıla atıfta bulunulmaktadır [5] .

Klasik Osmanlı sisteminde, Osmanlı vatandaşlarının, bireysel bir girişim örneği olarak arz-ı hal (dilekçe) düzenleyerek, kişisel dilek, temenni ve ihtiyaçlarına çare bulmak üzere, hükümete başvuruda bulunma hakkı olmasına rağmen, daha çok grup halinde başvuru yapıldığı söylenebilir. Daha önceleri, belirli bir yerde yaşayan halkın veya birbiriyle menfaat ilişkisi bulunan bir grup insanın yardım talep etmek üzere yaptıkları ve genellikle “imdatname” adı verilen toplu başvuruların yerini, 19. yüzyılın ortalarından itibaren genellikle bireysel dilekçeler olan arz-ı hallere bırakmış olduğu, gönüllü girişimle siyasal otoritelerle ilişki tesisi anlamına gelecek olan böyle bir olgunun 19. yüzyılın ortalarında tezahür etmeye başladığı gözlemlenmektedir [6] .

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, cemaat ya da grup kültürünün rol ve fonksiyonlarını giderek kaybetmesi ve onun yerine ortaya çıkmaya başlayan bireyselleşme, bireyin toplumsal yapıda bir değer olarak kabul edilmesine dünyevi, daha çok akla dayanan ve bireyselliğe fırsat veren bir toplumsal gelişmeye yol açmıştır. Osmanlı literatüründeki kullanımıyla “infiradileşme ve enfüsileşme” eğilimli bir toplumsal değişimin ortaya çıkması, hem Tanzimat döneminde, hem de I. Meşrutiyetle birlikte ortaya çıkan sosyo-politik değişmelerin  güçlenerek istikrar kazanmasında önemli etkenlerden biri olmuştur [7] .

Osmanlı toplumunda modern anlamda bir burjuvazinin ilk izlerine 1838’de Avrupa devletleriyle imzalanan ticaret sözleşmeleri sonucu ortaya çıkan sosyal-ekonomik yeni durumda rastlamaktayız. Osmanlı ekonomisini liberalleştiren bu antlaşmalar özellikle Hıristiyan azınlıkların ticari yaşama egemen olmalarını sağlamıştır. Bunun yanında eski toprak rejiminden vazgeçilerek bu toprakların eşrafa satılmasıyla Batı ile çıkar ortaklığı bulunan yeni bir toplumsal sınıf ortaya çıktı. Bu yöndeki gelişmeler millet sisteminin de etkisiyle azınlık cemaatlerini güçlendirecek ve hatta ülke yönetimini etkileyecek oranda kuvvetlendirecek sonuçlar doğurmaya başlamıştır [8] . Azınlık cemaatleri ve ticaret erbabı Osmanlı merkezi otoritesine uygulanan dış baskıların yanında, merkezi otoriteye kredi verecek kadar gelişmişti. Bu yöndeki gelişmeler ticaret erbabı ve azınlıkları devlet karşısında da bir ölçüde özerkleştirmiştir.

Tanzimat’la amaçlanan güçlü merkezi otorite arayışı günümüze kadar uzanan katı bürokratik yapının doğmasına katkı sağlamıştır. Makam ve derece itibariyle kendisinden üstün olanların emrine uygun davranışta bulunmanın yasaya uygun iş veya faaliyette bulunmaktan daha büyük öneme sahip olduğu bu ortamda, yasa değil, “emir” uygulamanın temelinde yer almaktadır. Bütün kararların “üst”ün emrine bırakıldığı bir bürokratik yapıda, en üst makamın kararının hiçbir kayda ve sınıra tabi olmaksızın alındığı ve tüm astlar tarafından uygulamaya konulduğu bir ortam, bürokratın yaşantısını hem kolaylaştırıcı, hem de yozlaştırıcı bir nitelik taşımaktadır. Bu durumda, hiyerarşik örgütlenme etkin bir çalışma görüntüsü de çizmiş olabilir. Ancak artık bu nitelikteki bir bürokrasi, gördüğü fonksiyonlar nedeniyle, yasaların akılcı uygulama aracı olmaktan çıkıp emirlerin sadakatle yerine getirilmesi aracı haline dönüşmüştür [9] .

Görünüş itibariyle “modern”, ancak işleyişi itibariyle “geleneksel” olan bu görüntü, gelenekselliği törpülenmiş, ancak modernliğe direnen bir yapıya işaret etmektedir. 19. yüzyılın sonundaki Osmanlı sistemi, bu görüntüsüyle, patrimonyal yönetim tarzını modern yapılar içinde yeniden üreten bir imaj oluşturmaktadır. Âdeta, bir geleneksel yönetim biçimine dönüş çabası içindeki sistem, baskıcı, kişisel ve dolayısıyla keyfi bir yönetim biçimini de ortaya çıkarmış bulunuyordu [10] . Sivil toplum kuruluşu dendiğinde hemen akla ilk gelen derneklerdir. Ancak sivil toplumu kontrolü de amaçlayan modernleşme çabaları ile sivil örgütlenme arayışları arasında bir karşıtlık olduğuna de dikkat çekmek gerekir. Bu karşıtlık tarihsel olarak gözlemlenebilmektedir. Bu durumu kısaca örgütlenmeden duyulan kuşku olarak adlandırmak mümkündür.

Osmanlı sisteminde Tanzimat öncesi ve sonrasında dernek kavramını karşılamak için “cemiyet” terimi kullanılıyordu. Fakat bu terim Osmanlı literatüründe daha çok bölücü, yasa dışı amaçlarla bir araya gelen kimselerin oluşturdukları bir topluluk şeklinde algılanmıştır. Cemiyet teriminin böyle bir negatif anlamla özdeşleşmesinde bağımsızlık amacıyla kurulan gizli örgütlere cemiyet adı verilmesinden kaynaklanmıştır denilebilir. Cemiyetler 1860’lardan itibaren fiili bir olgu olarak göze çarpmaya başlamıştır. Bilindiği gibi bu dönem Osmanlı toplumunda farklı fikir akımlarının aydınlar arasında ilgi gördüğü basın yoluyla kamuoyu oluşturma ve siyasal muhalefet olgularının da kendini açığa vurduğu bir periyot olarak karşımıza çıkar. Artık bu tarihten itibaren açık yasal temeli olmasa da padişahtan alınan izinle cemiyetlerin kurulmasına izin verilmeye başlamıştır. Üyeliğin kural olarak kişinin kendi iradesine bağlı olduğu dernekler aynı zamanda sarayın takdirine bağlı olarak faaliyet yürütebilecek konumdaydı. Nitekim II. Abdülhamit cemiyetleri birkaç kez yasaklama yoluna gitmiştir [11] .  

Modernleşme konusunda izlenecek yöntem Osmanlı aydınları arasında tartışmalıydı. Batı üstünlüğü karşısında devleti güçlendirmek için izlenmesi gereken tavır ve tutum konusunda ortaya çıkan bu tartışmalarda, modernleşme taraftarları ile onların karşısındaki mücadelenin iki ilginç yönü bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, bilim ve teknolojinin lüzumu tartışılmayan bir itici güç olarak benimsenmiş olmasıdır. Söz konusu tartışmaların diğer ilginç tarafı ise bu mücadelenin kitleleri, ilerleme taraftarları ve karşıtları şeklinde iki gruba bölmüş olmasıdır [12] .

Her iki grup arasındaki mücadelede taraflardan her biri kendisini gelişme taraftarı ve dolayısıyla karşı kampta yer alanları ilerlemeyi engelleyen güç odakları olarak değerlendirme eğilimi ağırlık kazanmıştır. Bu nedenle, ilerleme ve gelişme eğer toplumun daha iyiye ve güzele doğru bir değişimini ifade ediyorsa, toplumun yönelmesi gerektiği iyinin ne olması gerektiği de ancak kendi gruplarınca belirlenebilecek bir olgudur. Dolayısıyla, toplumsal sorunların çözümleri de, iyiyi bilenlerin idaresi altında gerçekleştirilmelidir [13] denilmekteydi. Böylece toplumu biçimlendirecek yönetme yetkisine sahip olma iddiası kendi tezlerinin haklılığına gerekçe olarak kullanılmaktaydı.

Tanzimat sonrasında, merkezi yönetimin toplumu bütün yönleriyle denetleyebildiği otokratik ve önceki döneme oranla daha da merkezileşmiş bir sistem ortaya çıkmıştı. Bu yeni sistem, zorunlu olarak bürokrasinin güçlenmesini de beraberinde getirmiştir. Bu yeni dönem toplumu modernleştirmeyi görev edinen bir seçkinler zümresi doğurmuştur. Bu zümrenin kaynağı orta kesimdir. Devlet yönetiminde etkin rol alan, Jön Türk adı verilen bu yeni elit grup, esas olarak, köken itibariyle Tanzimat döneminin orta halli ailelerinden gelen, Tanzimat döneminde teşekkül eden yeni ordudan yetişen ve modern okullarda eğitim görenlerden meydana geliyordu. Bunlar kendilerinin ve ailelerinin eski düzene bağlı çıkarlarının azlığı yüzünden, önceki döneme göre köklü reformlar gerçekleştirmeye çok daha istekli görünüyorlardı [14] .

Tanzimat’ın siyasal ve toplumsal tarihimiz açısından anlamı sadece hukuk, siyasal sistemimiz ile hak ve özgürlüklerin teminat altına alınmaya başlaması değildir. Tanzimat'la beraber geleneksel siyasal sistemde ciddi reformlar yanında ticaret ve kent yaşamında bir canlılık başlamıştır. Yaygınlık kazanan gazeteler Osmanlı toplumunda özellikle İstanbul’da bir kamuoyunun oluştuğu, bir kamusal alanın doğduğu gözlemlenmektedir. Tanzimat sonrası modern anlamda ilk sivil toplum kuruluşu 1856’da kurulan “Cemiyet-i Tıbbiye-i Şahane”dir. Masonlardan oluşan söz konusu dernek giriştiği etkinlikler, derneğin ilkelerinin bir tüzükte yer alması nedeniyle modern anlamda bir sivil toplum kurumu olarak nitelenmiştir. Tanzimat sonrası ortaya çıkan sivil toplum kurumlarının ortaya çıkmasına aydınlar ve yüksek bürokratlar öncülük etmişlerdir [15] .

Tanzimat sonrası kentlerde ticaret gelişmeye başlamış böylece yabancı ve gayrimüslim tüccarlar örgütlenmeye girişmişlerdir [16] . 1860’lardan itibaren özellikle İstanbul’da azınlıkların kurdukları eğitim ve yardımlaşma dernekleri ortaya çıkmıştır. Yine ilk kadın dernekleri de azınlıklarca bu dönemde kurulmaya başlamıştır [17] .

Osmanlı toplumunda Tanzimat sonrası basındaki yenilikler bir kamuoyunun doğmasına zemin hazırlamıştır. Artık süreli yayınlar toplumun gözü önünde ve yüksek sesle düşünmeyi ve böylece toplumda belli bir kanaatin oluşumuna hizmet etmekteydi. Kuşkusuz basın alanındaki canlanma aydınlarca geliştirilen siyasal muhalefetin görüşlerini topluma taşımıştır [18] . Böylece Osmanlı toplumu, Batıya özgü fikirlerden, anayasal rejim, hak ve özgürlükler gibi konulardan sürekli olarak bilgilendirilmeye başlanmıştır.

II. Abdülhamit döneminde meclisin kapatılmasıyla beraber örgütlenme ve bir araya gelmeye kuşku ile bakılmıştır. Bunun da ötesinde sivil toplum örgütleri kapatılmıştır. Çünkü bu tür gruplaşmalar ülke bütünlüğüne karşı tehdit olarak algılanmaktaydı [19] . İzlenen bu yönteme toplumdaki aydınların tepkisi yer altında örgütlenme şeklinde olmuştur. Bu yer altı “cemiyetleri” siyasal nitelikliydi ve amacı Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe konmasıydı. Gizli örgütlenmenin beslendiği kaynak modernleşme amacıyla kurulan yeni okullardaki öğrencilerdi.
 
II-BİRİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE TOPLUMSAL ÖRGÜTLENME

Sosyo-politik yaşamda meydana gelen tüm bu gelişmeler, Osmanlı toplumunda, modern anlamda sivil toplumun oluşumunu ve gelişmesini hazırlayan temelin 19. yüzyılın ortalarında atılmaya başladığını göstermektedir. Ancak, Osmanlı İmparatorluğunda sivil toplumun gelişme trendi tek düze bir seyir izlememiştir. 1876 Anayasasının boşluklarından yararlanan ve onun kendisine verdiği yetkileri kullanan II. Abdülhamit, henüz gelişme safhasında olan sivil toplumu denetim altında tutarak, kişisel, geleneksel ve keyfi saltanat geleneğini yeniden hayata geçirmeye muvaffak olmuştur [20] .

1876 tarihinden itibaren başlayan I. Meşrutiyet dönemi, kitlesel siyasetin, temsili hükümetin, bireysel siyasal girişimlerin, gönüllü bireysel davranışlara dayanan toplumsal olgu ve kurumların gelişip serpilmesinin yavaşladığı ve hatta bu tür gelişmelerin şüphe ile karşılanarak, olabildiğince engellenmeye çalışıldığı bir dönem olmuştur denilebilir.

II. Abdülhamit’in yönetimde bulunduğu 1876-1908 yılları arasındaki Kanun-i Esasi rafa kalktıktan sonraki dönemde, cemaat ağırlıklı bir toplumsal örgütlenme modelinin İslami kalıplar kullanılarak yeniden hayata geçirilmek istendiği, kamu bürokrasisinin resmi kurum ve organlara itibar edilmeyerek Saray’da oluşturulan özel komisyonlar aracılığı ile siyasal kararların alındığı, ve siyasal yaşamda gönüllü bireysel girişimlerin tehdit olarak algılandığı otuz yılı aşkın bir sürede, devletin faaliyet ve etki alanının, sivil toplum aleyhine, güçlenmesine tanık olunmaktadır [21] . Bu dönemde oluşturulan yaygın istihbarat ağı sivil toplumun her alanda kontrol altında tutulmasını sağlamıştır.

Osmanlı toplumunda Müslümanlarca kurulan ilk dernekler yardım amaçlıdır. Bunlardan bugün Kızılay adını almış bulunan Hilal-i Ahmer Cemiyeti 1877 Osmanlı-Rus savaşının neden olduğu göçmenlere yardım amacıyla kurulmuştur [22] .

Osmanlı toplumu sivil nitelikli toplumsal akımlarla I. Meşrutiyetle beraber tanışmıştır. İstanbul’da “talebe-i ulûm” çeşitli gösteri ve yürüyüşler düzenleyerek Meşrutiyetin ilan edilmesini talep etmişlerdi. Fakat II. Abdülhamit meclisi kapatarak anayasayı askıya aldığında ülkenin siyasette olduğu gibi kültürde de başkenti olan İstanbul dahil ülkenin hiçbir yanında toplumsal bir tepki gösterilmemiştir [23] . Böyle bir tarihsel gerçek Osmanlı toplumunda sivil toplumun ne kadar cılız olduğu konusunda fikir vermektedir. 

Devletin varlığını sürdürebilmesi ve İmparatorluğun toprak bütünlüğünün korunması amacıyla yetkiler merkezi hükümette toplandı. Bu amaçla siyasal sadakat esasına göre oluşan yönetim ilişkilerine dayalı olarak çalışan sistem, şahsi ve keyfi karar almak suretiyle gerçekleştirilebileceğine inanılan amaçlara yönelmeyi sağlayan bir siyasal yapı ve uygulama ortaya koymuştur [24] .

Yukarıda değinilen siyasal yapı, görüntü itibariyle yasal olarak çalışan “modern” bir izlenim vermektedir. Anayasa, yasalar, kamu bürokrasisi ve bağlı kurumlar mevcuttur ve düzenli olarak faaliyette bulunmaktadır. Ancak, yasaların fikir yürütülerek, her vatandaşa eşit olarak uygulanması söz konusu değildir. Siyasal iktidar için, liyakat, eşitlik ve etkinlik yerine, “siyasal otoriteye sadakat” öne çıkmaktadır. Yasalara uygun davranmak, konusunun veya mesleğinin uzmanı olmak gibi liyakate, bilgi ve beceriye dayalı ölçüler, özellikle üst düzey kamu çalışanları ve bürokratlarında aranan öncelikli nitelikler değildir [25] .

Tanzimat’la birlikte oluşmaya başlayan modern yapılar içerisinde patrimonyal bir sistemin geleneksel meşruluk kalıplarına göre şekillenen bir yönetim biçimi, II. Abdülhamit rejiminin temel esaslarını belirlemiştir. Buna karşı, dernekleşme ve bireysel gönüllü girişim artık bir “yeraltı” faaliyeti halini almak zorunda kalmıştır. Devletin gücünü dengelemek, denetlemek ve dolayısıyla sınırlandırmak, “gayri meşru” veya yasal olmayan faaliyetler haline dönüşmüştür. Bu durumda, sivil toplumun gelişiminin ciddi biçimde zarar gördüğünü kabul etmek gerekir [26] . Bu dönemde daha çok dini azınlıklar örgütlenmişlerdir. Bu grupların izledikleri amaç ve yöntemlere bakıldığında örgütlenme girişimlerinin Osmanlı siyasal sistemi içerisinde yaşamak amacına yönelik olmadığı kolayca gözlemlenmektedir. Bu çalışma bir tarih araştırması olmadığından bu konudaki kanıtlara yer vermeye gerek yoktur.

Osmanlı toplumu içinde azınlıkların örgütlenmelerinin ayrılıkçılığı  birlikte yaşama seçeneğine tercih etmelerinin ardında, giderek yükselen ulusçuluk düşüncesi ve özellikle batılı devletlerin, Osmanlı Devletinin sınırlarını meşru kabul etmemelerinin katkısı yadsınamaz. Çünkü ayrılıkçı akımlar Avrupa'nın güçlü devletlerince sömürgeci amaçlarla kışkırtılmıştır. Bu devletlerin hala petrol kaynaklarının bulunduğu Ortadoğu'ya müdahalede bulunmaları bu konuda ciddi bir dayanak olarak kabul edilebilir.

Avrupa devletlerinin azınlıkları açık veya gizli olarak kışkırtmaları Osmanlı aydınlarının ve özellikle üst bürokrasinin sivil alanda örgütlenme çabalarına şüphe ile bakmalarına neden olmuştur. Bu nedenle I:Meşrutiyet döneminde toplumsal örgütlenme arayışları devleti zayıflatacak ve ona zarar verecek bir potansiyel tehlike olarak değerlendirilmişitr.
 
III.İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE SİVİL ÖRGÜTLENME

A-ÖZGÜRLÜKLER VE SİYASAL MUHALEFETE BAKIŞ AÇISI

II.Meşrutiyeti biçimlendiren felsefi bir birikimden söz etmek gerekiyorsa bu birikimin Jön Türk düşüncesi olacağı muhakkaktır. Siyasal ve toplumsal örgütlenme konusunda, Jön Türklerin düşüncelerine egemen olan unsurlar arasında ilk sırada pozitivist bir akılcılık gelmektedir. Onu anayasal meşruiyet ve halkçılık izlemektedir. Toplumu ilerletmek ve devleti kurtarmak için Batı bilim ve teknolojisini örnek alan, Batı bilim ve teknolojisinin oluşumunda temel teşkil eden akılcı ilkelere göre belirlenmiş yeni bir düzenleme yapılması, bu düzenleme içerisine anayasal ve parlamenter bir siyasal örgütlenmenin yerleştirilmesi, iyi ve doğrunun ne olduğunu bilen eğitimli seçkinlerin toplumu aydınlatması öngörülmektedir [27] .

Modernleşme yönündeki gelişmeler, Müslüman ve gayri müslim gruplar arasında bir gelir farklılığı ortaya çıkarmıştır. Fakat kapitalizm ve sanayileşme ile sonuçlanmamıştır. Ticaretle geçinen ve Müslüman olmayan bir zümre yüksek sayılabilecek bir hayat standardı yakalamıştır. Buna karşılık özellikle Müslüman köylü çoğunluğu giderek ağırlaşan toplumsal ve ekonomik koşullara mahkum olmuştur.

Jön Türk hareketinin, parlamenter bir siyasal rejimi hayata geçirmeye çalışması, özgürlüklerin gerçekleştirilmesinde bir araç olmaktan daha çok farklı milliyetçi akımların mücadelesi sonucunda devletin parçalanmasını önlemek üzere ortaya atılmıştı. Kısacası, parlamentonun yerleşmesini talep etmek, özgürlüklerin gerçekleştirilmesini istemek değil aksine devletin bekasını teminat altına almak ve onun güçlenmesine yardımcı olmaktı. Sistemin çöküşünü önlemek için düşünülen argümanlardan bir diğeri ise, bir Osmanlı vatandaşı yaratmaktı. Modernleşme taraftarları, ancak anayasa çerçevesinde böyle bir vatandaş tipinin yaratılabileceğini ve dolayısıyla olumsuz gidişin önlenebileceğini düşünüyorlardı [28] .

Jön Türklerin halkçılık ideolojisi de, demokratik ve özgürlükçü bir nitelik taşımaktan çok, eğitilmiş seçkinlerin toplumu aydınlatmaları ve yönlendirmeleri, diğer bir ifadeyle seçkinlerin kendi doğrularını halka benimsetmeye çalışmaları gibi bir görünüm ortaya koymaktadır. Halkçılığın, II. Meşrutiyet döneminde milliyetçilikle örtüşmesi, bir yönüyle, yeni bir Osmanlı vatandaşı tipi yaratarak devleti kurtarmanın mümkün olmadığının görülmesi ve İttihat ve Terakkinin medeniyetçiliğine bağlanabileceği gibi, diğer açıdan da, milliyetçiliğin Tanzimat’ın güçlendirdiği bürokratik seçkinlerin kendi doğrularını topluma empoze ederek ilerlemeyi sağlama ve bu yolla sistem içerisindeki kendi statülerini pekiştirme amacına uygun bir araç olarak benimsenmesinde gözlemlenebilir [29] .

Anayasanın yeniden yürürlüğe girmesiyle ilk kez siyasal partiler toplumsal ve siyasal alanda yerlerini almıştır. Bu dönemde 12 siyasal parti kurulmuştur. II: Meşrutiyet dönemi İttihat ve Terakki Partisi’nin baskıcı politikalar uygulamaya başlayıncaya kadar derneklerin sayısında sürekli bir artış göze çarpar [30] . Ancak bu durumun çok uzun sürmediğini vurgulamak gerekir. 1911 seçimlerinde Damat Ferit’in de içinde yer aldığı Hürriyet ve İtilaf Fırkası İstanbul’da İttihat ve Terakki Fırkası karşısında başarı elde etmiştir. Fakat 1912’de İttihat ve Terakkinin baskısı altında geçen seçimde muhalefetin varlık göstermesine izin verilmedi [31] .

Türk siyasi hayatının tipik özelliklerinden olan muhalefette savunulan ilkeler ile iktidardaki uygulamalar arasındaki farklılıklara ilk örnek olarak İttihat Terakki dönemi verilebilir. İttihat ve Terakki Cemiyeti Osmanlı devletinin devamını sağlama işini temel misyon olarak yüklendiği için cemiyete karşı gelmeyi vatan hainliği ile eş değer sayan bir anlayışa sahipti. Bu tip uygulamaları daha sonraki Türk siyasal hayatında görmek mümkündür. Muhalefeti susturan ve ortadan kaldıran İttihat ve Terakki, muhalefet olgusunu demokrasinin bir gereği saymamıştır. İttihat ve Terakki yasama, yürütme ve yargı dışında otoriter yönetim anlayışlarını uygulamada sıkıyönetimi dördüncü kuvvet olarak kullanmıştır. Ordu her zaman siyasete etki eden bir faktör olmuştur. Ordunun müdahalesi ile gerçekleştirilen II. Meşrutiyet’in toplumsal bir tabanının olduğu ve halka mal olmuş bir siyasal hareket olduğu söylenemez. Bunun tipik bir örneği Kanun-i Esasi’nin yürürlüğe girişinin İstanbul’da bir gün sonra fark edilmesi ve coşku ile kutlanmasıdır. Bu ve benzeri olaylar Türkiye’de bu dönemde demokrasi yolunda atılan adımların halkın talebi olmaktan çok yukarıdan uygulamaya konulduğu ve geliştirildiğini düşündürmektedir [32] .

II. Meşrutiyetle başlayan özgürlükçü ortam, beş yıl gibi kısa bir süre içerisinde, önce tek parti rejiminin baskıcı ortamı, ardından I. Dünya Savaşı’nın sıkıyönetim rejimiyle birlikte yerini, muhalefetin hareket alanının daraltıldığı, zaman zaman susturulduğu, dolayısıyla gönüllü siyasal girişimin köreltildiği; devletin ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşantıya tüm ağırlığı ile egemen olmaya çalıştığı bir ortama bırakmıştır [33] .

Osmanlı Modernleşmesinin, otokrasi ve merkezileşmeye yol açan ve dolayısıyla yeni bir yönetici elit grup meydana getirerek güçlü bir bürokrasi ortaya çıkarmasının en önemli yan ürünlerinden biri olan Jön Türk ideolojisinin öğeleri, Cumhuriyet rejimiyle birlikte devralınan büyük mirasın düşünce yapısını şekillendirmiştir. Jön Türklerin, devleti kurtarma misyonu ve bürokrasinin muhafazakar bir özellik gösteren düşünce yapısı Cumhuriyet döneminde de büyük ölçüde değişmeden varlığını sürdürecektir.

Temsili hükümet fikrinin kabul edilerek, hem yerel, hem de İmparatorluk genelinde çeşitli danışma ve yasama organlarının hayata geçirilmesi, II. Meşrutiyetin ilanı ile siyasal partilerin kurulması, 19. yüzyılın sonlarına doğru, özellikle yeraltı örgütleri olarak ortaya çıkan ve gelişen siyasal derneklerle birlikte, gönüllü bireysel siyasal davranışların sonucu olarak siyasal gruplaşmaların ortaya çıkması Tanzimat’la birlikte meydana gelen değişmelerin temel sonuçları arasında sayılabilir [34] .

B-İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE SİVİL ÖRGÜTLEME

II. Meşrutiyet dönemi başlangıcındaki kısa süren özgürlükçü atmosfer sivil toplum kuruluşları konusunda da sonuç vermiştir. Bu dönemde işçi kesimi ve diğer kesimlerde örgütlenmelere rastlanmaktadır. Daha çok İstanbul’da kurulan bu derneklere iktidar partisi İttihat ve Terakki de ilgi duymuştur. Kısa süren örgütlenme dönemi bu başlık altında incelenmektedir.

 Tanzimat sonrası Osmanlı toplumunda işçi kesiminden söz edilmeye başlanması 1870’lerde belirginleşmeye başlamıştır. Ancak basit bazı olaylar bir yana bırakılırsa bu dönemde “grev”e rastlanmaz. İşçilere hitap eden bir dernek olan Ameleperver Cemiyyeti 1871’de kurulmuştur. Fakat bu dernek hayır amaçlı bir dernektir. İşçilere yönelik ilk düzenleme II. Meşrutiyet Döneminde çıkarılmıştır. Ancak bu düzenlemelerde sendika kurma hakkı son derece kısıtlayıcı kurallar çerçevesinde mümkündür. Yapılan düzenlemeler 1936’ya kadar yürürlükte kalmıştır. Bu düzenlemelerde kamu hizmeti gören kurumlarda sendika kurmak yasaklanmıştır. Grev hakkı oldukça sınırlı hallerde mümkündür. Konuya ilişkin olarak II. Meşrutiyet Dönemindeki yasal düzenlemelerle kamu hizmeti söz konusu ise işçiler gibi işverenlere de sendika yasağı söz konusu olmuştur [35] .

Dernek kurma hakkının anayasal bir metinde yer alması 1909 Kanun-i Esasi değişiklikleriyle gerçekleşmiştir. Söz konusu değişiklik Osmanlı vatandaşlarının toplanma ve dernek kurma özgürlüğünü 120. maddede düzenlenmiştir. Ancak bu hükümde dernek kurma özgürlüğü olumsuz bir bakış açısıyla formüle edilmiştir. Daha doğrusu dernek kurma hakkından söz eden bu hüküm ne tür derneklerin yasak olduğunu açıklamakla yetinmiştir. Bu hüküm metni incelendiğinde cemiyetler hakkındaki olumsuz algılama açıkça kendini belli etmektedir [36] .

1909’da Cemiyetler Kanunu çıkarılmıştır. Bu yasada önceden izin alma koşulu yoktur. Fakat yine de derneklere üye olmaya kuşku ile yaklaşılmıştır. 1912’de İttihat ve Terakki yönetimi bütün kamu görevlilerine siyasal partilere üye olmak yasaklanmıştır. Söz konusu parti ihtiyaçları döneminde parti ve devlet görevlileri aracılığıyla dernekleşme kontrol altında tutulmuştur [37] .

II. Meşrutiyetin kısa süren 1908-1912 yılları arası nispeten özgürlükçü ortamında tekrar vücut bulan çok sayıda dernek, gönüllü kuruluş ve siyasal teşekkülün ortaya çıkmasına kadar, sivil toplumun, daha çok yabancıların ve azınlıkların etkin olduğu ekonomik yaşam dışında, arzu edilen derecede gelişemediği ifade edilebilir [38] .

II. Meşrutiyetle birlikte, nispeten daha özgür bir ortamda açıklanabilme olanağı elde etmiş olan düşünceler, yenileşme hareketlerinin toplumsal düzende yarattığı batılı ve batılı olmayan kurumlar arasındaki ikiliğin aşılması yönünde bir takım yeni öneriler getirmektedir. Bir tarafta, geleneksel Osmanlı kurumları ile modern Batı kurumlarını bir arada ve uyum içerisinde tutmaya yönelik bağdaştırmacı görüş yer alırken, diğer tarafta ise Osmanlı Devleti’nin geleneksel kurumlarını reforme ederek yeniden canlandırılmasını savunan düşünceler bulunuyordu [39] .

II. Meşrutiyet döneminde devletin, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla sivil topluma egemen olmaya yöneldiği görülür. Bu amaçla derneklere devlet yardımı başlatılmıştır. Bu durum doğal olarak siyasal iktidarın sivil toplum kuruluşlarını özellikle dernekleri denetim altına almakta işe yarayan bir araçtı. İttihat ve Terakki yönetimi sivil toplum kuruluşlarının önemini kendisi açısından yeterince kavramıştı. Bundan dolayı kendisine bağlı gençliğe dönük “Osmanlı Genç Dernekleri” “Güç Dernekleri” adı altında paramiliter örgütlenmeleri organize etmiştir. Bu dönemde sivil toplum kuruluşlarına katılımda aydın ve bürokratlar ağırlıklı iken esnaf ve işçi örgütlerinin son derece cılız olduğu dikkati çekmektedir. Siyasal iktidar bu dönemde kendi etkinliğini sınırlayacak veya izlediği politikalara engel olabilecek sivil toplum kurumlarının faaliyetlerini engellemiştir [40] .

II. Meşrutiyet döneminde Müslüman kadınlar da çeşitli dernekler kurmuşlardır. Bunlar yardım, eğitim, kültür, siyasal konular ve yurt savunmasına katkı amacına yönelikti. İttihat ve Terakki Fırkası kadın derneklerini desteklemiş ve bunlardan yararlanmıştır [41] .

İttihat ve Terakki Fırkası Müslüman Türkleri örgütlenme yönünde teşvik etmişlerdir. Böyle bir teşvikle hem milliyetçilik ideolojisini ticaret ve üretimle uğraşan toplum kesiminde yaygınlaştırmayı hem de ulusal ekonomi ve burjuvaziyi oluşturma biçimini yerleştirmeyi amaçlıyordu [42] .

İttihat ve Terakki Fırkası’nın sivil toplum örgütleri karşısındaki tutumu iktidarı ele geçirdikten sonra ciddi bir değişikliğe uğramıştır. 1913’ten itibaren yeni derneklere bazı istisnai durumlarda izin verilmiştir. Söz konusu parti bu tarihten sonra geliştirdiği paramiliter derneklerle bir “parti/devlet” haline gelmiştir. Bunun yanında 1913-1918 yılları arasında hiçbir siyasal partinin kurulmasına izin verilmemiştir [43] .

Bu çalışmada Osmanlı toplumunun klasik dönem denilen 18. yüzyıl ya da en azından 17. yüzyıl ortalarına kadar süren zaman içindeki yapısı ve Tanzimat'tan Cumhuriyete gelinceye kadar oluşan değişimler incelenmeye çalışıldı. Klasik dönemde merkezi otoritenin çevreyi sıkı kontrol altında tutmaya özen göstermesi devlete karşı özerk, kendiliğinden oluşmuş ve iç düzenini kendiliğinden sağlayan sosyal yapılardan oluşan bir sivil toplumun doğuşuna izin vermemiştir. Bunun yanında Batı toplumu ile Osmanlı toplumunun izlediği farklı süreçler görmezlikten gelinemez. Medreselerin toplumsal değişimi sağlayabilecek yeni fikirler üretmekten uzaklığı, ekonomide özerk özel alan talep edebilecek bir sosyal sınıfın yokluğu, devlet dışında kendi kendine organize olma yeteneğine sahip bir sivil toplumun doğmasının önündeki en önemli engeller olarak değerlendirilmesi gerekir.

 Tanzimat sonrası Osmanlı toplumsal yapısı hem merkezi otoritenin güçlenmesine hem de sivil örgütlenmelerin doğuşuna tanıklık etmiştir. Hak ve özgürlüklerin yazılı olarak 1876 Kanun-i Esaside ve 1909 değişikliklerinde yer alması hukukun üstünlüğü yönünde ilerleme sayılabilecek gelişmelerdi. Dernek gibi sivil örgütlenmeye zemin hazırlayıcı haklara 1909 Anayasa değişiklikleri ile yer verilmiştir. Ancak bu dönemin olağandışı koşulları ve sivil örgütlenmeyi sahiplenecek bir burjuvazi kesiminin yokluğu sivil toplum örgütlenmelerini cılız kalmaya mahkum etmiştir.

Cumhuriyet Döneminde sivil toplumun izlediği gelişim sürecini doğru değerlendirebilmek biraz da Tanzimat ile birlikte başlayan ya da daha belirgin hale gelen yönetim anlayışı ve tabii ki aynı dönemde başlayan hukukun üstünlüğü konusunda toplum ile aydın-bürokratlar arasındaki görüş ayrılıklarını kavramak gerekir. Şüphesiz tarihsel arka planın aydınlığa kavuşması bugünü anlamayı ve isabetli çözümler bulmaya ışık tutacaktır.

· Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi

[1]   Mithat Baydur, “Demokrasi ve Modernleşme sürecinde, Devletin Sivil Topluma Baskın Gelmesi ve Kemalizm”, içinde:Yeni Türkiye Dergisi, Sivil Toplum Özel Sayısı, (Kasım-Aralık 1997), sayı 18, s. 195

[2] Levent Köker, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul 1993, İletişim, 2. Baskı, s. 125-126; Mithat Baydur, “Demokrasi ve Modernleşme sürecinde, Devletin Sivil Topluma Baskın Gelmesi ve Kemalizm”, s. 195

[3] Köker, Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, s. 127-129

[4] Ersin Kalaycıoğlu, “Sivil Toplum ve Neopatrimonyal Siyaset”, içinde: Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam,  Vadi Yayınları, Şubat 1998, s. 111

[5] Ahmet N. Yücekök, “Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri Gelişiminin Toplumsal Aşamaları ve Süreci, içinde: Tanzimattan Günümüze İstanbul’da STK’lar, A.N. Yücekök, İ. Turan, M.Ö. Alkan, İstanbul 1998, Tarih Vakfı Yay. S. 13; aynı eser içinde Mehmet Ö. Alkan, “Sivil Toplum Kurumlarının Hukuksal Çerçevesi 1839-1945”, s. 45

[6] Ersin Kalaycıoğlu, agm, s. 114

[7] Kalaycıoğlu, agm, s. 114

[8] Yücekök, “Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri...”, s. 21

[9] Kalaycıoğlu, agm, s. 116

[10] Kalaycıoğlu, agm, s. 116

[11] Alkan, “Sivil Toplum Kurumlarının Hukuksal Çerçevesi 1839-1945”, s. 49-51

[12] Baydur, “Devletin Sivil Topluma Baskın Gelmesi ve Kemalizm”, s. 196

[13] Baydur, “Devletin Sivil Topluma Baskın Gelmesi ve Kemalizm”, s. 196

[14] Baydur, “Devletin Sivil Topluma Baskın Gelmesi ve Kemalizm”, s. 196

[15] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 85

[16] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 85

[17] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 87-88

[18] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 89

[19] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 94-95

[20] Kalaycıoğlu, agm, s. 115

[21] Kalaycıoğlu, agm, s. 115

[22] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 92

[23] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 93

[24] Kalaycıoğlu, agm, s. 115-116

[25] Kalaycıoğlu, agm, s. 116

[26] Kalaycıoğlu, agm, s. 116-117

[27] Baydur, “Devletin Sivil Topluma Baskın Gelmesi ve Kemalizm”, s. 197

[28] Baydur, “Devletin Sivil Topluma Baskın Gelmesi ve Kemalizm”, s. 195

[29] Baydur, “Devletin Sivil Topluma Baskın Gelmesi ve Kemalizm”, s. 198

[30] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 105-107

[31] Mete Tunçay, Cemil Koçak, Hikmet Özdemir ve diğerleri, Çağdaş Türkiye (1908-1980), İstanbul 1989, Cem Vakfı Yayınlar, s.33

[32] Mustafa Yılmaz, “Sened-i İttifak’tan Demokrat Partiye Demokrasi İçin Atılan Adımlar”, Kök Araştırmalar, Cilt I, Sayı 1 (1999), s. 44

[33] Kalaycıoğlu, agm, s. 117

[34] Kalaycıoğlu, agm, s. 115

[35] Alkan, “Sivil Toplum Kurumlarının Hukuksal Çerçevesi 1839-1945”, s. 59-60

[36] 1876 Kanun-i Esasi ve 1909’da yapılan değişiklik metinleri için bkz. Rona Aybay, Karşılaştırmalı 1961 Anayasası -Metin Kitabı- İstanbul 1963

[37] Alkan, “Sivil Toplum Kurumlarının Hukuksal Çerçevesi 1839-1945”, s. 52-54

[38] Kalaycıoğlu, agm, s. 117

[39] Ahmet Cihan,” Osmanlı’da Modernleşme ve İlmiye Zümresi”, içinde: Yeni Türkiye Osmanlı Özel sayısı III, Düşünce ve Bilim, (Mayıs-Haziran 2000), Yıl 6, sayı 33, s. 168-179

[40] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 108-109

[41] Çaha, Sivil Kadın Türkiye’de Sivil Toplum ve Kadın, vadi yay. İstanbul 1996, s. 99

[42] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 111

[43] Alkan, “İstanbul’da Sivil Toplum Kurumları”, s. 113-114

 

 
  Bugün 3 ziyaretçi (18 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol